"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

28 Şubat 2011 Pazartesi

YUH !





Ceza Hukukunun en önemli iki evrensel ilkesi “Kanunilik” ile “Suç ve Cezada Şahsilik” ilkeleridir.

“Kanunilik” ilkesine göre, “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz”.

“Şahsilik” ilkesi ise, suçu işleyenin cezadan bizzat sorumlu olması, failin/faillerin dışındaki kişilere doğrudan doğruya bu sorumluluğun yüklenmemesi ve cezalandırılmaması demektir.

Demokratik hukuk devletinin en önde gelen görevi suçsuz insanı korumaktır. Hukuk devletlerinde suçsuz 1 kişinin haksız yere cezalandırılması ihtimali karşısında, 1000 suçlunun cezasız kalması evladır. Bu, demokrasinin bedelidir.

Yaklaşık bir haftadan beri, özenle kurduğumuz ve emekle geliştirmeye çalıştığımız midaskral.blogspot.com sitemize giremiyoruz. Bizim gibi, milyonlarca yurttaşımız da ne kendi bloglarına, ne de severek izledikleri diğer bloglara artık giremiyorlar. Bu güne kadar da bizlere bu olumsuzluğun nedeni hakkında herhangi bir açıklama yapılma ihtiyacı duyulmadı. Sanki bizler “hakları olan insanlar” değil, “ayrık otlarıyız”. Milyonlarca insan bu süre zarfında, bu olumsuzluğun kendilerinden kaynaklandığını düşünerek, saatlerce uğraşarak bilgisayarlarının ayarları ile oynayıp durdu, türlü türlü yollar denedi. Sonunda bu gün yapılan denemelerde, karşımıza yukarıda resmini koyduğum ve her yönü ile çirkin bu yazı çıktı. Ülkemizde uygulaması olmayan bir Amerikan hakimi çekici ve üzerinde Türkçe karakterler kullanılmadan yazılmış şu yazı : “Bu Siteye Erisim Mahkeme Karariyla Engellenmistir”. Başka hiç bir açıklama yok. Düşünebiliyor musunuz, her gün bizzat kendinizin ve takipçilerinizin defalarca girdiği sitenizin birdenbire Mahkeme Kararı ile karartıldığını gördüğünüzde dehşete kapılmamanız, demek ki ben bir suç işlemişim ve mahkemelik olmuşum diye düşünmemeniz korkmamanız, endişelenmemeniz mümkün mü !? İşte ben de milyonlarca kişi de bugün bu duyguları yaşadı, neşeleri, huzurları kaçtı. Belki de daha milyonlarca kişi aynı olumsuz duyguları yaşamaya devam etmekte veya ileride yaşamaya başlayacak.

O saçmasapan, düşüncesiz, acaip ve saygısız yazıda, hangi mahkeme, hangi nedenle sitenize girişimi engellemiş, hiç bir bilgi yok. “Engellenmiştir”, işte o kadar !

Saatler sonra kulaktan kulağa bir Mahkemenin kararı ile, bütün blogspot.com bloglarına yasak getirildiği söylentisi dolaşmaya başladı. Bu haber doğru mu, değil mi henüz belli değil ama, gördük ki, bütün blogspot.com sitelerine giriş engellenmiş durumda.

Belli ki, biri ya da birileri blogunu kötüye kullanmış, Mahkeme de kötüye kullananları engelleyeceğine, youtube misali, yaş mı, kuru mu bakmaya gerek görmeden ne kadar blogspot.com sitesi var ise tamamını yasaklamış.

Hakikaten korkunç ! 21. yüzyılda yaşıyoruz ama inanılacak gibi değil ! 3-5 serseri maç esnasında sahaya birşeyler atar, saha kapatılır ve cezayı cebinde kombineleri olan binlerce suçsuz insan öder. Bir avuç Yunanlı it, youtube’a Atatürk aleyhine, Türkiye aleyhine bir takım saçma sapan videolar koyarlar, cezayı youtube’a girmesi yasaklanan milyonlarca masum Türk insanı öder. Bir kaç münasebetsiz mahluk kendilerine blog kurup, münasebetsiz şeyler yaparlar, cezayı bloglarına giremeyen milyonlarca suçsuz insan öder. Öte yandan da, milyar dolarlık adı büyük servis sunucular, blogspot.com’lar sizi insan yerine koyup da doğru dürüst bir bilgilendirmede bulunmazlar.

Ben “kanunilik” ilkesine göre hangi suçu işledim ki blogum yasaklandı ve “cezada şahsilik” ilkesi varken,  başkasının suçunun cezası neden bana çektiriliyor !!!???

Yazıklar olsun ki yazıklar olsun, yuh olsun ki yuhlar olsun !!!

Not : Ceza Hukukunun bir başka temel evrensel ilkesi de “eşitlik” ilkesidir. Bu saçmasapan ceza karşısıda, (denemez ya) haydi diyelim “elle gelen düğün bayram , bu haksızlık herkese eşit olarak uygulanacak !”. Yoo ! Kazın ayağı öyle de değil malumunuz. Bilgisayar ve internet teknolojisini biraz bilenler, youtube yasağında olduğu gibi, su içercesine bu yasağı delecek ama diğerleri onlar adına da haksız cezayı çekmeye devam edecek.

Öte yandan, Ceza Hukukunun olduğu kadar, hayatın da temel evrensel ilkelerinden bir başkası da, “uygulanamayacak cezayı verme” ilkesidir. Zira o taktirde, sadece elde patlayan cezalar, otoritelerin inandırıcılığını ve saygınlığını zedeler, komik durumlara düşmelerine neden olur.

26 Şubat 2011 Cumartesi

“KARTALLAR’IN SESSİZLİĞİ”



Beşiktaş’ın başarısızlığı, önce “1960 model” futbol oynayan kötü rakiplere bağlandı. Ardından “hakemler ve federasyon ile dünya takımını kıskanan futbol kamuoyu” suçlu ilan edildi. Birinci Dinamo Kiev maçının kaybedilmesi ise sadece “duran toplardan yenilen basit goller” yüzündendi. Fenerbahçe maçının kaybedilmesindeki tek sebep de Ferrari’nin gördüğü kırmızı kart ve penaltı pozisyonuydu. “Mucize” beklentisi ile gidilen Ukrayna’da ise, ne 1960’ların futbolu vardı, ne komplocu hakemler ve federasyon, ne kıskanç bir kamuoyu, ne duran toplardan yenilen basit goller, ne Lugano, ne kırmızı kart, ne de penaltı. Ama bu kez de, “durmayan toplardan yenilen basit gollerle” maç 4 – 0 kaybedildi.

Beşiktaş’ın yerinde Bank Asya liginin ortalama iyi bir takımı olsa idi, aynı rakiplerden iki hafta içinde bir düzüne gol yiyebileceğini hiç zannetmiyorum.

Beşiktaş’ın 22 lig maçında 9 galibiyeti, 8 yenilgisi ve 5 beraberliği var. Yediği 27 gol ile, en fazla gol yemiş 10 takım arasında. Fenerbahçe 3 eksiği ile 24 gol yemiş ama, attığı 52 gol ile +28 averaja sahip. Beşiktaş’ın averajı ise, +7 .  Hücum gücünün yüksek olduğu söylenen ve puan cetvelinin 6. sırasında bulunan Beşiktaş’ın 34 gol atmış olmasına karşın, 9. sırada bulunan Manisaspor ve 11. sırasında bulunan Karabükspor’un attıkları gol adedi 35. Bursasporun attığı gol adedi 38, Trabzonspor’un ise 46.

Beşiktaş’ın problemleri ne duran toplardan, ne de hareketli toplardan yenilen basit gollerde filan değil, çok daha derinlerde. Bu problemler 1993 yılındaki 100. yıl şampiyonluğundan sonra başladı ve gittikçe de sarmallaşarak çözümsüzlüğe doğru ilerlemekte. Uyduruk mazeretler üretip onların arkasına saklanmanın vakti çoktan geldi ve geçmekte. Göz göre göre Beşiktaş’a yazık olurken, “kuzuların sessizliği” misali “Kartallar’ın sessizliği”ne bürünen gerçek Beşiktaşlılar’ın bu tepkisizliğini anlamakta zorlanıyorum.

22 Şubat 2011 Salı

GÜNÜN DEĞİL, YILLARIN İNCİSİ !



GUTİ’DEN ALEX’E : Sen niye buradasın ?

Real Madrid’de yıllarca kaptanlık yaptıktan sonra Beşiktaş’a transfer olan Guti, Fenerbahçe kaptanına övgüler yağdırdı. Maç sonunda yanına gidip Alex’i özel olarak tebrik eden İspanyol yıldız, “Gerçekten olağanüstü bir futbolcusun. Senin bu güne kadar Avrupa’nın önemli takımlarında forma giymemene inanamıyorum. BUGÜN BURADA OLMAN BİLE ÇOK ŞAŞIRTICI” ifadelerini kullandı.

(Sabah Gazetesi – 22.02.2011)

Guti’nin bu içten sözleri, Alex bakımından Fenerbahçe’nin talihini gösterdiğinden çok, kendi dahil bir takım dünya yıldızlarının (!) Türk takımlarına neden geldiklerini de yeterince açıklıyor sanırım ...

OLSAYDI DA BULSAYDI, BİR ARAYA GELSEYDİ ... !

   
GERÇEKLİKTEN KAÇIŞ


Peşinen belirteyim, “kazanan her zaman haklıdır” düşüncesine asla katılmıyorum. Ancak o düşüncenin alternatifi de “gerçeklikten kaçış” olmamalı.

“Derby”, “aynı şehrin iki takımı arasında oynanan müsabaka” anlamına geliyor. Ancak ülkemizde bu kavrama “iki güçlü takım arasında oynanan önemli maç” anlamı yüklenmiş durumda. Bu anlamı ile ele aldığımızda, derby’lerin heyecanı, favorisi olmamasından, her sonuca açık olmasından kaynaklanıyor. Zira, deby maçı oynayacak her iki takımın da maçı kazanabilme potansiyeli bulunuyor. Her iki takımda da, maçı etkileyebilecek, sonucu değiştirebilecek oyuncuları mevcut. Bu maçlara kulüplerin, yöneticilerin, teknik direktörlerin, takımların, oyuncuların, taraftarların konsantrasyonları, motivasyonları, heyecan ve gerilim katsayıları diğer maçlara nazaran çok daha farklı. Özetle, çok sayıda örnekte de görüldüğü gibi, bu maçlarda “her an her şeyin olabilmesi” mümkün.

Son oynanan ve her iki anlamı ile de gerçek bir derby olan Beşiktaş – Fenerbahçe maçından önce, en gerçekçi yorumu “bu maçın iki camianın oyuncularına, taraftarlarına neler ifade ettiği net. İki taraf da birbirinden kaliteli oyunculara, birbirinden tecrübeli teknik adamlara sahip. Bu tür maçlar detaylarda kazanılıyor. Detaylarda doğru şeyleri yapan taraf kazanacak'' diyen Fenerbahçe’nin tecrübeli kaptanı Alex yaptı ve haklı da çıktı.

Her maç, 90 dakikası ile kesintisiz bir bütün. Maç sona erdikten sonra zamanı sondan başa doğru geri aldığınız taktirde, bu süreç içinde birinin diğerini etkilediği milyon tane hadise bulursunuz. Hatta “kelebek etkisi” teorisi açısından bakarsanız, maçın herhangi bir anındaki “basit” bir hadisenin, uzun süre sonra maçın sonucunu değiştirdiğini de görebilirsiniz. Hatta bunu maçın ilk topa temasının, son temas anınını etkilediği sonucuna kadar da götürebilirsiniz. Bu açıdan, bir maçın her bir an’ı, hep kendinden önceki bir an ile bağlantılı olduğundan, o maçın kırılma noktasıdır.

Öte yandan, bir maç sonuçlandıktan sonra kaybeden takım için “maç içinde meydana gelen aleyhine olumsuz hadiseler olmamış olduğu taktirde maçı kazanacağını”  düşünmek, gerçeklikten kaçıştır. Yoksa elbette, maç süresince kazanan takım aleyhine ortaya çıkmış bütün olumsuz hadiseler sabit kalıp da, kaybeden taraf için meydana gelmiş olan bütün olumsuz hadiseler olmamış olsa, her maçta kazanan ile kaybedenin yer değiştirmesi mümkün olacaktır ama, o zaman da, oynanmış olan maç o maç değil, hayallerde oynanmış olan bir başka maç olacaktır. Her iki takım açısından da, bütün hadiselerin olmuş olandandan farklı olması gereken bir maç ise, somut dünyada mevcut değildir.
 
TOPLUMSAL TEHLİKE

Yüksek konsantrasyon ile beklenilenin, istenilenin, inanılanın elde edilememesinin önemli etkisi sonucu ortaya çıkan “gerçeklikten kaçış”, elbet “insana özgü” bir davranıştır. Ancak, yaşanılan şok etkisi altında kısa süre için anlayış ve hoşgörü ile karşılanması gereken bu davranış biçimi “kronik” hale geldiği veya getirildiği taktirde toplumsal olarak son derece tehlikeli, paranoid  “psiko-sosyal” hastalıklı bir ortamda yaşamamız kaçınılmaz olmaktadır. Bu durumda, hangi şartlarda ve hangi yollardan olursa olsun “kazanan daima haklı” görülecek, kaybedenin kaybetmesinin nedenleri hep başka sebeplere, “iç ve dış güçlerin komplosu”na ciro edilecek, gerçekleri görüp, hataları bulup onları düzeltmeye yönelmek yerine, mevcut yanlışlar korunup savunularak, bölünmeler, düşmanlıklar, kavgalar ve şiddet pompalanacaktır ki, maalesef futbolumuzdaki bu görüntü, sosyo-politik yaşantımızdaki daha geniş ve daha yoğun o görüntünün bir yansımasıdır.

Konuyu “konumuz futbol” boyutunda ele almayı sürdürürsek, ayaklarımızı sağlıklı olarak yere basmamız için yapmamız gereken şey “sistem ve süreç analizleri” olmalıdır.

BEŞİKTAŞ VE FENERBAHÇE “DERBY” MAÇINA KADAR NASIL GELDİLER

Bu bağlamda son oynanan “Beşiktaş – Fenerbahçe” derby’si ele alındığında, Beşiktaş’ın bu sezon süper lig’in en problemli, en sıkıntılı takımlarından biri, hatta bence birincisi olduğunu söylemek mümkün.

2004 – 2010 yılları arasında 5 asıl (Del Bosque, Rıza Çalımbay, Jean Tigana, Ertuğrul Sağlam, Mustafa Denizli) ve 3 vekil (Mehmet Ekşi, Tayfur Havutçu) teknik direktör değiştiren Beşiktaş’ın taraftarı, geçen sezonun ikinci yarısından itibaren giderek artan biçimde “yeter Demirören yeter !”) diye Başkanlarını ve yönetimi protesto ediyordu. Ancak, “Schuster, Guti, Quarisma ve Fatih Tekke” gibi yaz transferleri ile umutları pompalanan taraftarlar bu kez aynı sloganı Başkana ve yönetime övgü olarak kullanmaya başladılar. Ardından başlayan super lig’de, taraftarının tüm desteğine rağmen işler iyi gitmemeye başlayınca, egosu kalitesinden yüksek Schuster’in liderliğinde önce Fatih Tekke sıkıntısı, ardından “1960’ların futbolu” polemiği ortaya çıktı. Bu defa, Almeyda, Simao ve Fernandez kış transferleri ile, taraftarın kırılmaya başlayan ümitleri daha da bir pompalandı. Oysa Beşiktaş, bu yönetimin elinde ve bu transferlerle, artık eski değerler sistemini hızla terk ediyor, şu an dahi bence hiç kimsenin bilmediği, “kendinden başka bir şey” olmaya çalışıyordu. Nitekim Başkanı’nın “Beşiktaş Fenerbahçe’nin yerini alıyor diye üzerimize gelmeye başladılar” sözü bunun açık ifadesidir. Ancak,  taraftarının zirve yapan ümit ve beklentilerine karşın, bu yeni Beşiktaş, Ziraat Türkiye Kupasında gruptan son maçında güçlükle çıkabildi, ikinci yarının ilk 4 maçında 1 galibiyet, 1 beraberlik ve 2 yenilgi ile sadece 4 puan toplayabildi. Schuster’in “orada Türkiye’deki gibi futbol oynanmıyor” diye beklentileri yükselttiği UEFA Avrupa Ligi maçında Beşiktaş kendi sahasında sıradan bir takım olan Dinamo Kiev’e 1-4 yenildi. Bu süreç içinde Beşiktaş’ın tarihinde görülmemiş inanılması güç başka olumsuzluklar yaşandı. Beşiktaş, hiç bir anlayışa uymayan bir yöntemle emektar kaptanını kovdu. Beşiktaş’ın teknik direktörü kameraların karşısında, inanılmaz ve edep dışı ifadelerle Beşiktaş’ın taraftarlarına “bilmemneremde değiller, beğenmeyen stada gelmesin, evinde otursun” gibi lafları umursuzca sarf etmeyi kendine hak görebildi. Bunun yanında her şey kötü giderken, Beşiktaş’ın Başkanı “biz dünya takımı kurduk, her kes bizi kıskanıyor” diye bağırıp durmakta.

Öte yandan, ligin ilk yarısında bir çok sıkıntılar yaşayan, Avrupa Kupaları’ndan ve Ziraat Türkiye Kupası’ndan elenen ve ilk yarıyı liderin 9 puan geride bitiren ama ikinci yarıya 4’de 4 galibiyetle başlayan ve rakiplerinin puan kaybı ile lider olma şansını elde etmiş ve şampiyonluğun en büyük adaylarından gösterilen Fenerbahçe. 

Teknik Direktörünün “Yeni Malatya maçı bizim için dip olmuştu. Bu maçtan sonra hepimiz şapkamızı önümüze koyduk.Takım olgusu yükseldi.” Takım Kaptanı Alex’in "özellikle sistemimizdeki belli başlı değişiklikler ve aynı zamanda herkesin kendini vermesi ana değişikliğin sebebidir. Her zaman ben ve takım arkadaşlarımız 'Neyi daha iyi yapabiliriz' diye hocamızla fikir alışverişinde bulunuyoruz. İdman programında hocamızın bize sunduğu değişiklikler takım olarak kendimizi iyi hissetmemizi sağladı ve arkasından sonuçlar da iyi geldi …Yeni Malatyaspor maçını kaybetmemiz hayırlı oldu. O maçı dışardan izledim. Fark ettim ki saha içinde ruhsuz bir takım vardı. Bizim ruhumuzu tekrardan bulmamız, bundan 180 derece farklı bir takım olmamız gerektiğinin ışıklarını kafamızda yakmamız gerekiyordu. Belki biz o maçı 5-0 kazanabilirdik, belki Yeni Malatyaspor farklı kazabilirdi. O mağlubiyet kafamızdaki ışıkları yaktı. Herkes kendini sorgulayarak kendi eksiklerini gördü ve sonra takıma yansıttı. Eksiklerimiz şu anda da var. Fakat o maçtan sonra eksiklerimizi gidermeye başladık'' dediği Fenerbahçe, kış transferi yapmadı. Ama, “grubun birbirine yakınlaşmasını en büyük transfer olarak değerlendiriyorum” diyen Lugano’nun sözlerine itiraz edebilmek mümkün değil.

İşte bir tarafta, değer ve kavram kargaşasına düşmüş, sahada ve saha dışında peşpeşe olumsuzluklar yaşayan bir Beşiktaş ile, diğer tarafta, artık işlerin eskisi gibi gitmeyeceği kafasına “dank” etmiş olan, hatalarını düzeltip, derlenip toparlanmaya çalışan, ikinci yarıda önemli rakiplere karşı peşpeşe başarılı sonuçlar alabilmiş bir Fenerbahçe, derby maçında karşı karşıya geldiler.

Bu tabloya bakınca, maçı Fenarbahçe’nin kazanmış olmasında şaşılacak bir şey yok. Ayrıca, bu maç için, “yeni Fenerbahçe, eski Fenerbahçe’yi yendi !” de denilebilir.

Ama “olsaydı da bulsaydı, bir araya gelseydi …... ” Beşiktaş bu maçı kazanabilir miydi !? Elbet, “Almeyda o golü atabilseydi, penaltı olmasaydı, Alex penaltıyı kaçırsaydı, Ferrari yerine Lugano kırmızı kart görseydi v.b. …” ki bunların hepsi olabilirdi, Beşiktaş bu maçı çok farklı da kazanabilirdi.

Ancak, burada sorgulanması gereken en önemli olgu şu bence : “Beşiktaş Fenerbahçe’yi çok farklı bir sonuçla yenseydi dahi, bu Beşiktaş’ın içinde bulunduğu gerçek durumunu değiştirecek miydi !?”

UYUŞTURUCU YERİNE GERÇEKÇİ TEŞHİS
 
“Her işte bir hayır vardır !” denir. Fenerbahçe için “Yeni Malatyaspor hüsranı” turnusol kağıdı görevi yapmış gibi görünüyor. İşte aynı anlamda Fenerbahçe yenilgisi de, kazanması halinde geçici bir uyuşturucu ile avunularak hastalığın daha da beter hale getirilmesi yerine,  gerçekleri görebilmede Beşiktaşlılar için belki çok daha büyük hayırlara vesile olabilir düşüncesindeyim.


21 Şubat 2011 Pazartesi

YERLİ Mİ YABANCI MI ?


JUPP DERWAL - SEPP PIONTEK / MUSTAFA DENİZLİ - FATİH TERİM

 
Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Jupp Derwal,  (Batı) Alman Milli Takımının teknik direktörlüğünden ayrıldıktan sonra, 1984 yılında Galatasaray’ın teknik direktörlüğüne getirildi. O tarihlerde Türkiye’de Derwal’in uluslararası tecrübesi, kalitesi ve kalibresi ile rekabet edebilecek nitelikte yerli bir teknik direktör mevcut değildi. Nitekim, Türk Takımlarının uluslararası platformlarda önemsenecek bir başarısı da bulunmuyordu.



Yine yukarıda fotoğrafı bulunan Sepp Piontek, Danimarka Milli Takımı teknik direktörlüğünden ayrıldıktan sonra, 1990 yılında Türk Milli Takımının başına getirildi. 115 uluslararası maçta teknik direktör olarak başında bulunduğu Danimarka Milli Takımı onun döneminde “Danimarka Dinamiti” olarak anılmış ve uluslararası platformda dünya sahnesinde çok önemli roller oynamıştır.


İkisi de 3’er yıl görev yapan bu iki kaliteli ve deneyimli teknik direktörün yardımcılıklarını, Galatasaray’da Mustafa Denizli, Milli Takımımızda ise Fatih Terim yapmıştır.

Bu iki değerli ve önemli teknik direktör, her zaman ülkemizin ve insanlarımızın değerlerine saygılı, olgun, beyefendi kişilikleriyle, sakin ve sabırlı çalışmalarıyla, bütün tecrübe ve birikimlerini Türk futboluna aktaran saygın öğretmenler olmuşlardır. Nitekim, onların yanında yetişen ve onların bilgi ve tecrübelerinden yararlanan Mustafa Denizli ve Fatih Terim, Milli Takımımız olsun, kulüp takımlarımız olsun, daha sonra başlarına geçtikleri bütün takımlarımıza, gerek ulusal, gerekse uluslararası alanlarda önemli başarılar kazandırmışlar, uluslararası üne kavuşmuşlardır.

YETİŞEN TÜRK TEKNİK DİREKTÖRLER

Bu ivme ile yurt dışına açılan Türk Futbolu’nda, artık peşpeşe kaliteli yerli teknik direktörler yetişmeye başlayacaktır. Üç büyükler lehine, Anadolu Takımları aleyhine eşitsiz ve adaletsiz bir ligde, rekabete daima uzak ara geriden başlayan takımlarda, büyük zorluklarla ve imkansızlıklarla mücadele ederek pişen, kendilerini yetiştiren, ülke futbolunu içinden tanıyan ve Türkiye’nin dışa açılması ile, dünya futbolunu da yakından izleyebilme olanağına kavuşan bu yerli malı Teknik Direktörlerimiz, en az son 10 yıldan beri, futbolun en gelişmiş olduğu ülkelerdeki teknik direktörlerin sahip olduğu bütün bilgi birikimine, liderlik özelliklerine, teknik ve taktik uygulamalara sahip olmuşlardır. Ülkemize ithal edilen teknik direktörlere nazaran önemli üstünlükleri ise, ülke şartlarını, futbolunu, futbolcusunu, kulüpleri, taraftarları, beklentileri, onlardan açık ara çok daha iyi bilmeleridir.

Ancak özellikle 3 büyük takımımızın ve Milli takımımızın, kendi bireysel statü üstünlüklerini dahi batı markalı giysilerde, arabalarda, lokantalarda gören yöneticileri, uğradıkları çok fazla hayal kırıklıklarına, hüsranlara rağmen, bir türlü yerli teknik direktörlere tam anlamıyla güvenememişler, onlara yabancı teknik direktörlere baktıkları gözle bakamamışlar, yeterince imkan tanımamışlardır.

TARİH DEĞİL AMA, DERS ALINMAYAN HATALAR TEKERRÜR EDER

Yakın geçmişten günümüze, 3 Büyüklerin -karşılığı çuvalla para ve uzun zaman kayıpları olan- hatalarından ders almayarak peşpeşe yaşadıkları büyük hayal kırıklarının resimleri ve isimleri şunlar :

FENERBAHÇE :

 
Otto Bariç, Joachim Löw, Zdenec Zeman, Werner Lorant, Christoph Daum, Luis Aragones


GALATASARAY :

 

George Hagi, Eric Gerets, Karl-Heinz Feldkamp, Michael Skibbe, Frank Rijkaard

BEŞİKTAŞ : 


John Benjamin Toshack, Hans-Peter Briegel, Nevio Scala, Vicente Del Bosque, Jean Tigana 

BU İSİMLER DEĞERSİZ Mİ !?

Elbet değil ! Bu kişiler futbol dünyasında önemli başarılara imza atmış önemli insanlar. Ancak, bilinmesi gereken şey "her başa her traşın uymayacağı" ve "taş yerinde ağırdır" gerçeği ! Bir iki olumsuz tecrübe belki hoş görülebilir. Ama bedelleri her defasında daha da artan peşpeşe bunca hataya ne demeli !? (Ben içimden birşeyler diyorum ama, burada yazmam edep ile bağdaşmayacak). Takdir sizin !

TÜRK TEKNİK DİREKTÖRLERİN İSYANLARI




“Biz insanlığı kurtarmıyoruz. atomu parçalamıyoruz. Alçakgönüllü olmakta fayda var” diyen Tolunay Kafkas : "Milli Takıma illa yabancı hoca aranması karşısında isyan ederek,   “Dünyalı değil, uzaylı bulunsun, Kripton’dan teknik direktör getirilsin ...”

Aykut Kocaman : "Türk teknik direktörlere yabancılara bakıldığından farklı bakılıyor, futbol basit bir oyun, herkes bilmelidir ki, futbol hakkında dünyada bilinmesi, izlenmesi gereken ne varsa biz de hepsini biliyoruz. Tolunay Kafkas’ın, ‘futbol atomu parçalamak değildir’ sözü, aynen benim de düşüncemi yansıtıyor ...”
  
Ziya Doğan : "Türkler, yabancı teknik direktörlerden daha başarılı. Türkiye kültürü içerisinde yabancılardan çok daha farklıyız, çok daha becerikliyiz. Bunu çok iddialı konuşuyorum, ama bir Alman'ın bir Hollandalı'nın, bir Fransız'ın ülkesine gitsek belki biz onlar kadar olaya hakim olmayabiliriz. O kültür arasında sıkışabiliriz, ama aynısını onlar burada yaşıyor. Burada Türkiye'deki şartlarda Türk antrenörleri çok daha faydalı diye düşünüyorum ... 4 tane takımı herkes şampiyonluğa oynatabilir. Türk antrenörleri Anadolu'da da başarılı oluyor. Büyük takımlarda da başarılı oluyor. Ertuğrul Sağlam örneği var. Geçen sene Bülent Uygun örneği vardı. Ersun Yanal, Şenol Güneş örneği var. Baktığınız zaman yani yerli hocalar çok daha zor şartlarda yabancılardan başarılı bence..."

Hikmet Karaman : "Yani Türkiye’de bir çok Türk antrenör var. Biz Beşiktaş’a isterdik ki, Samet Aybaba getirilsin. Hepimiz Aybaba’yı destekledik. Schuster, kaç senedir hiçbir kulüple çalışmıyor. Türk antrenör, birkaç sene çalışmadığı taktirde 2 ligden başlar. Yabancıların büyüklüğünü biz yaratıyoruz. İnter, Barcelona gibi büyük takımları seyrediyoruz. Yabancı teknik direktörlerin oyun içindeki taktiksel değişikliklerini çok eleştiriyorum. Bizler, kendi yerli teknik direktörlerimizi büyütelim. Gönül bunu istiyor ... Aykut Kocaman’ın, Fenerbahçe’nin başına getirilmesini destekliyorum ve arkasındayım. Yerliye dönüş getiriliyor. Yabancı teknik direktörlerin Türkiye’ye alışması çok zor. Zira tempo ve kültürü çok farklı. Türk teknik adamlara güven olsun, ligde her Anadolu takımının şampiyonluk şansı var. Anadolu’da şampiyonluğa oynayacak 5 - 6 takım var ..."  

Yılmaz Vural’ın isyanlarından bazı örnekler de şöyle : “Şu anda kim büyük takımların başında hocalık yapıyorsa ondan daha iyi yaparım. İyi hocalık bir uzmanlıksa, bir deneyimse, kendini yetiştirmeyse benim tüm hocalardan fazla deneyimim, uzmanlığım ve iş yapabilme becerim var Allah'a şükür ... Gerekirse Alman vatandaşlığım da var. Almanca da İngilizce de biliyorum, ne desem ne yapsam anlatamadım. Yıllardan beri kendimi anlatmaya çalışıyorum kimse de anlamıyor. Yıllardan beri bu sorulara cevap veriyorum ama kimse de bu cevaplarımızı anlamıyor. Ben 400.000 TL’ye, Herr Daum veya benzerler 4 milyon Euro’ya çalışıyorlar. Bana 10 milyon TL’lik takım veriliyor, Herr Daum veya benzerlerine 100 milyon Euro’luk takım veriliyor. Herr Daum ve benzerlerinin çalışma şartları arasında dünyalar kadar kalite ve rahatlık farkı var. Pekiyi sonuçta ne oluyor ? İkisi de bir veya iki yıl sonra kovuluyor. Şampiyon yapsa da, kümede kalmasını sağlasa da kovuluyor. Pekiyi o zaman ne fark var aralarında. Yılmaz Vural’ı da getirin Fenerbahçe veya üç büyüklerin başına, O da yapar şampiyon. İş 100 milyon Euro’luk takımları Türkiye liginde ara sıra şampiyon yapıp sonra kovulmak değil. Gel bakalım Kasımpaşa’ya, Onu son sıradan al, bakalım kaçıncı yapacaksın ... Benim sorunum Daum ile değil. Benim amacım sisteme isyan etmek. Ben yabancı hocalara tanınan maddi ve manevi imkanları kabul edemiyorum. Yabancılar ile Türk hocalar arasında bu kadar fark olmadığını düşünüyorum. Bu yabancı isimler gelip başarılarını küçük takımlarda göstersinler. Sihirbazlığı buralarda yapsınlar. Başarılı olmak onların koşullarında çok kolay ... Şunu söylüyorum her zaman, büyük takımlarımızdan birinin başına beni getirsinler görsünler, antrenörlük neymiş göstereyim herkese ..."
 
Samet Aybaba : "Milli Takım teknik direktörünün yabancı olmasını isteyen bir grup var. Çünkü onlar yabancı teknik direktörü takımın başına koyup, kendileri arkada at koşturacaklar. Soruyorlar Milli Takım teknik direktörü olur musun ? Türkiye’de her teknik direktör Milli Takım’ı ister. Arkadaşlar da olmak istediklerini söylüyorlar. Bu insanlarla neden gurur duymuyorlar. Bu istekte, arzuda bir sürü teknik direktör var Türkiye’de. Bundan mutluluk duyulması lazım. Ama maalesef, bunlar böyle, bunlar şöyle şeklinde karalama kampanyaları yapılmaktadır. Bunlar doğru şeyler değildir ... Ben çok şey yaptım Türk futboluna. Gittiğim her takımda başarılı oldum. 3 kez final oynattım. 1 Başbakanlık Kupası, 2 Türkiye Kupası kazandırdım. 2.Lig’de bir kez çalıştım. O takımı şampiyon yaptım. 3 kez TFF bana genç oyuncu yetiştirme ödülü verdi. Benim duruşum da, dünya görüşüm de bellidir. Ben kendi halimde bir adamım. O yüzden benim gibi bir adamın orada konuşulmaması gayet normaldir. Kriter konulmadıktan sonra bu işleri doğru yapamazsınız. Göreceksiniz bunlardan Türk futbolu zararlı çıkacak. Alt yapılarla ilgili de yeni planlar yapılıyor. Nasıl daha yararlı olabilecek? Oyuncularla ilişkileri kurabilecek, onların performansını artırabilecek antrenör tipleri lazım. Yöneticinin veya federasyonun istediği antrenör değil ...” 
 
Bülent Uygun : "Milli Takım'ı çalıştırmak her Türk'ün en büyük ideallerinden biridir. Tarihteki tüm sportif başarılarını yerli teknik adamlarla kazanmış, üstelik 14 bin antrenör yetiştirmiş bir ülkenin milli takımının başına, kıstas olarak sadece yabancı niteliği göz önüne alınarak seçim yapılması, 14 bin Türk antrönere ihanettir ..."
 
Şenol Güneş : "Ben Hiddink'i korumuyorum. Ama madem ki takımın başına getirilmiş, onun da bir değeri ve bilgisi var. Ona yabancı olduğu için yabancı gibi davranıyorlar ama bana Türk olduğum halde yabancı gibi davrandılar ...”

Mehmet Özdilek : "Yerli, yabancı antrenör tartışması yapılıyor. Bu tartışmanın yapılması Türk teknik adamlar adına da çok ayıp. İstatistiklere bakın … Hep başarılarda Türk antrenörler var. Daha neyi tartışıyoruz? Yabancı teknik adamları tolere edişimiz çok farklı. Kendi evlatlarımızı ise ayaklarından çekiyoruz. Bu sene Galatasaray ve Beşiktaş dışında Süper Lig’deki tüm takımların başında Türk teknik adamlar var. Özellikle genç antrenörler vizyonları ve geçmişleriyle de bu tecrübeye sahipler ..."

Abdullah Avcı : ''Milli Takım teknik direktörlüğü benim en büyük hedefim. Milli takım altyapısında çalıştım, pek çok önemli oyuncuyu futbolumuza kazandırdım ve ekibimle bir jenerasyon yakaladık. Milli takıma aday oyuncuların yüzde 70-80'i ile çalıştım. Şu anda benim dışımda bu modelde bir teknik direktör yok. (A) Milli takımda çalışacak teknik direktör milli takımlar altyapısını iyi bilmeli. Milli takıma layık görülmem durumunda göreve hazırım. Milli takımda oynayabilecek, oyuncu topluluğuyla çalıştım. Her açıdan hazırlıklıyım ... Milli takımlarda çalışmış bir yerli teknik direktör olarak, yabancı teknik direktör arayışına doğru bakmıyorum. Altyapıları doğru bilen, oyuncuları yakından tanıyan birinin tercih edilmesi doğru olur. Bu da yerli bir teknik direktör olmalı ..."

BİR KARŞILAŞTIRMA YAPALIM

Şimdi önce, yukarıda üç büyüklerimizin hayal kırıklıkları olan yabancı teknik direktörlerin fotoğraflarına bir bakın, sonra da aşağıdaki teknik direktörlerinkilere. Son olarak da, yerli teknik direktörlerimizin fotoğraflarına bir göz atın ve yukarıdaki sözlerini değerlendirin. Aralarında kişisel olarak sevmedikleriniz, beğenmedikleriniz olabilir ama, dürüstçe bir düşünün hele, bizim teknik direktörlerimizin bu yabancılara nazaran hem teknik direktörlük, hem liderlik, hem de insanlık olarak eksiklikleri mi var, fazlaları mı ? Türk futboluna, Milli Takımlarımıza, Kulüp Takımlarımız bu yerli teknik direktörlerimiz mi daha yararlı olur, yoksa bu yabancılar mı ?






Benim cevabım, bütün sorular için yerli hocalarımızdan yana. Zaten artık Milli takımımızın başında 1, Süper Ligimizde  sadece 3 yabancı teknik direktör bulunuyor olması da bunun göstergesi. Kaldı ki onlar da bu güne kadar bize hayal kırıklıklarının dışında, geleceğe yönelik herhangi bir ümit veremediler ...  

Not : Kayserispor Teknik Direktörü Şota Arveladze'yi "yabancı" görmediğim için olsa gerek, onun fotoğrafını en son diziye eklememişim.

20 Şubat 2011 Pazar

Onun Ferrari’si Var Güzel Mi Güzel


Fenerbahçe Beşiktaş maçları her zaman çok çekişmeli ve genelde bol gollü geçer. Hayatımda unutamadığım iki maç vardır, birincisi İstanbul’da oynanan Şampiyonlar Ligi finalinde Milan – Liverpool karşılaşması, ikinicisi ise 2006’da oynanan Fenerbahçe – Beşiktaş Türkiye Kupası finalidir. Pazar akşamı oynanan maçtan once bir çok yorum yapıldı. Özellikle Kiev maçı sonrası yapılan anketlerde Fenerbahçe’nin açık ara favori olduğunu gördük. Herşeye rağmen, derbi maçları başkadır ve Beşiktaş başka oynar dendi çoğu yorumcu tarafından. Hatırlarsanız benzer laflar Kiev maçı öncesi Beşiktaş’ın Avrupa performansı hakkında söylenmişti.

Lider Olanlar ve Lider Olduğunu Zannedenler



Bundan önceki yazımda Beşiktaş’ın hatalarını teker saydım o yüzden tekrardan Schuster, Quaresma, yönetim ve taraftarın hatalarını yazmayacağım. Fakat herşeyden once sözde çok kariyerli ve futbolu iyi bilen bir teknik direktörün derbi maçına yedek bir stopper almaması bir çok şeyi gösteriyor. Hatırlarsanız ilk yarıda Aykut hoca Kayseri maçında yedek kadroda stopper bulundurmamıştı ve Selçuk stopper mevkiisinde oynatıldıktan sonra mağlubiyet gelmişti. Murphy kanunudur bu ve büyük bir hatadır, ama esas burda altını çizmek istediğim şey Aykut Kocaman’ın o maçtan sonar çıkıp hata yaptığını Kabul etmesidir. Büyük hoca olmak istiyorsanız, önce kendi hatalarınızı kabullenmeniz gerekir. Yoksa beğenmeyen stada gelmesin gibi aciz bir kelimeyi kullanmak bir marifet değildir.

Schuster’in ne yaptığını ya da ne yapmaya çalıştığını ikinci yarı anlamak mümkün olmuyor maalesef. Devre arasından önce gerçekten gençleri takıma kazandırmaya çalışan, takımana hızlı bir atak futbolu oynatmaya çalışan bir hoca vardı. Şimdi ise takıma kazandırdığı tek şey kriz yönetiminin nasıl yanlış yapıldığını göstermekten ibaret. Toraman ve Üzülmez arasındaki kavgadan sonra tam 4.5 aydır oynatmadığı Ferrari’yi kader maçı olarak nitelendirilen Kiev maçında oynatmak, bunun üstüne tek düzgün stoperi Sivok’u Fenerbahçe maçında kadroya dahi almayan bir zihniyeti anlamak kuantum fiziğinden daha zor olsa gerek. Bunlar yetmezmiş gibi aylardır oynatmadığı ve formunu düşürdüğü Necip’i derbide oynatıp, Kiev maçında as forveti olarak oynattığı Bobo’yu kadroya bile almamak bir teknik director intiharıdır.

Yıldızlar Ve Uzaktan Yıldız Zannedilen Parıltılar


Bir tarafta Fenerbahçe’nin vazgeçilmezi Alex ve milli takım kaptanları, diğer yanda ise bazıları tarafından ‘dünya yıldızları’ olarak adlandırılan futbolcular. Eminim insan oğlu uzayda yaşamaya başlasaydı ‘uzay yıldızları’ daha makul olacaktı Beşiktaş yönetimi için, ama gelicek senelerde benzer beyanatlar duyarsak hiç şaşırmayın.

Beşiktaşlı taraftarların hala bağrına basıp tezahuratlarda bulunduğu Quaresma Süper Lig’de tam 1 gol atmış. Avrupa’da takıma gerçekten katkı sağlayıp, özellikle grup maçlarında 7 gol atmış. Lafı fazla dolandırmadan çok net  olarak yazmak istiyorum; Ricardo Quaresma iyi bir yıldız değildir. Bir takımın yıldız oyuncusu hem saha içinde takımı yönlendirir ve aynı zamanda skorda katkıda bulunur. Bu kriterlere bakarsak Alex ve Hagi çok net bir şekilde yıldız oyunculardır. Derbi maçına dönersek, Beşiktaş’ın baskalı oynadığı dönemlerde dahi, hiç bir atağı organize değildi. Bütün yapılan şey defanstan çıkan topu bir şekilde Quaresma’ya verip onun bir şeyler yapmasını beklemekti. Beşiktaş gibi büyük bir takımın oyun sistemi asla sadece tek bir oyuncunun üstüne kurulu olmamalı. Atılan gollere bakarsak Beşiktaş şapkadan tavşan çıkardı diyebiliriz. Ekrem’in o vuruşu yapabileceğine kimse o kadar inanmamıştı ki, Yobo bile orta yapacağı için ona vuruş yapması için izin verdi. İkinci golde ise Simao’nun frikiği baraja çarpıp İbrahim Toraman’ın önüne düştü ve rahat bir şekilde takımını öne geçirdi.

Fenerbahçe’de sahanın en kötüleri Emre, Mehmet Topuz ve Gökhan’dı. Sakatlık nedeniyle Cuma günü takımla çalışmalara başlayan Emre’nin ısrarla ilk onbirde oynatılması çok riskli bir hamleydi. Saha içinde her zamanki yırtıcı ve pres yapan Emre yoktu bu yüzden. Aynı şekilde Gökhan’I kas yırtığıyla oynatmak özellikle ilersi için büyük bir riskti. Fenerbahçe’nin sezon sonunda bu gibi durumlar için mutlaka Gökhan’a bir alternative bulması lazım. Saha içinde çok net bir şekilde sakatlıktan dolayı her zamanki atom karınca Gökhan yoktu diyebiliriz. Mehmet Topuz ise son haftalarda gösterdiği performanstan uzaktı. Mücadele edip takıma katkıda bulunmaya çalışsa da Fenerbahçe’nin maç boyunca sağ kanatı hiç çalışmadı. Fenerbahçe ligde 5’te 5 yaparak gerçekten müthiş bir çıkış yakaladı. İlk yarıda hep 25 dakika iyi oynayıp sonra geri çekilerek oyun disiplininden kopan Fenerbahçe, artık maçın son dakikasına kadar oyun disiplininden kopmuyor. İlk yarım saat ve penaltı pozisyonuna kadar olan zamanda Beşiktaş topa daha fazla sahip olan ve baskılı oynayan taraftı. Fakat biraz dikkat edersek kurduğu baskıdan yeteri kadar gol pozisyonlarını bulamadığını görüyoruz. Bunun en önemli nedeni Fenerbahçe’nin defansının gittikçe daha fazla yerleştiğidir. 

Son Nokta:


Aykut Kocaman’a demediğini bırakmayan Fenerbahçe taraftarları, tepkilerinin ne kadar abartı olduğunu yavaş yavaş görüyorlar. Maç seçen ve mücadele etmeyen takımı en sonunda istediği seviyeye getirmeye başladı. Artık Alex bile defansa gelip icabında orta sahada faul yapıyor. Herkes var gücüyle mücadele edip 90 dakika oyundan kopmuyor. Yaptığı transferlerin ve güvenini kazandığı yerli oyuncuların ne kadar doğru seçimler olduğunu sezon sonunda daha iyi anlayacaklardır. Tek umudum Stoch’un da yakın zaman içinde takıma kazandırılmasıdır.

Elbette Ferrari’nin pozisyonu Fenerbahçe’ye galibiyeti getirirdi. Beşiktaş 3-1 kazana bileceği maçı 4-2 kaybetti. Hakem Cüneyt Çakır bir çok duran topta sertliklere göz yumdu ve bu hatası en sonunda saatli bomba olan Ferrari’nin o davranışıyla sonuçlandı. Beşiktaşlı taraftarların bir çoğu hakeme haklı bir şekilde tepkili. Fakat hakemden önce tepki göstermeleri gereken kişiler Schuster, Ferrari ve yönetimdir. Schuster iyi bir hoca, Ferrari düzgün bir futbolcu, Quaresma iyi bir yıldız değildir. 

18 Şubat 2011 Cuma

Ben Schusterim !!!

Uzun süredir hayret ve merakla izlediğim Beşiktaş en sonunda Europa Lig’inden de elenerek sezonu kapatmış oldu. Gereksiz ve sahte bir ‘dünya’ takımı beklentisi yaratırsanız, hayal kırıklığı da bir o kadar acı oluyor. Beşiktaş gibi bir değerin bu duruma gelmesinden sorumlu o kadar etken var ki, izin verirseniz teker teker hepsini ele alalım:

Bernd Schuster

Öncelikle artık ülkemize gelen biraz kariyerli hocaların hiç birinin başarılı olduğu görülmemiştir. Schuster gibi hocalar ülkemizde başarılı olabilse, ondan önce Rijkaard, Del Bosque ve Aragones başarılı olurdu. Schuster’in oynattığı atak futbolunu Ersun Yanal’da aynı şekilde hatta daha bile iyisini oynatabilir ülkemizde. Schuster takımın başına getirildiğinden beri her hangi bir şey kattığını asla düşünmüyorum. Devre arasından önce en azından gençleri kadroya kazandırmaya çalışıyor diye bir çok yanlışına göz yumuyordum. Fakat görünen o ki devre arasında yapılan “inanılmaz ötesi”, süper transferler takımı hiç bir şekilde ileri götürmemiştir. Necip, Ali, Onur, Ersan (sakatlıktan) ve tabii ki İbrahim kaptan ilk yarıda takımın bel kemiğiydi ve özellikle Avrupa’da kazanılan başarıların gizli kahramanlarıydı. İkinci yarının başlamasıyla birlikte Beşiktaş sadece bireysel yeteneğe dayalı bir takım haline geldi. Quaresma 8 kişiyi geçecek, Guti inanılmaz bir bas atacak, Simao frikikden gol atacak...

Bir teknik direktör başarısız olabilir, kariyerli olup egosu yüksek olabilir. Fakat sorunları hep başkalarına atıp çalıştığı ülkede oynanan futbolu aşağılaması asla kabul edilemez. Schuster’in futbolculuk kariyerinin doruk noktası 80’li yıllarda Barcelona’da geçti. Teknik direktörlük kariyerindeki başarıları Getafe takımıyla La Liga’yı 7. sırada bitirmiş olması, İspanya Kupası’nda Barcelona’yı 5-2’lik bir skordan 4-0 eleyerek Kupa’yı kazanması ve Real Madrid ile 1 sene La Liga şampiyonluğudur. Bu başarılar küçümsenecek başarılar değildir, ama bu kadar yüksek egoyla herkesi kendinden küçük görücek kadar asla değildir.

Schuster bütün sezondur önce suçu rakip takımların oynadığı futbola attı. Meşhur ‘60’ların futbolu’ beyanatıyla hem rakiplerini hem de ülkemizde oynanan futbola saygısızşık etmiştir. Kesinlikle Süper Lig’de oynanan futbol çok iyi demiyorum. Fakat ülkemizde oynanan futbolu bu aşağılayıcı dille eleştirmek saygısızlıktan başka birşey değildir. Ayrıca “benim bir suçum yok rakip kötü top oynuyor” lafları teknik direktörün ne kadar çalıştığı ülkede oynanan futboldan habersiz olduğunu gösterir. Takım biraz daha kötüye gidince bu sefer hakemleri suçlamaya başladı ve laf döndü dolaştı sırf hakem hataları yüzünden Beşiktaş’ın puan kaybettiğine döndü. Yoksa Schuster’e göre kendinde hiç bir hata yoktu o mükemmel bir hocaydı... Son olarak “taraftarın tepkisi umrumda değil, beğenmeyen stada gelmesin” lafıyla neden yaklaşık her çalıştığı takımdan kovulduğunu göstermiştir. Yakında futbolcularını ve ardından yönetimi suçladığını görürsek hiç şaşırmayın. Hiç bir şey Beşiktaş ve Beşiktaş taraftarından önemli değildir Schuster hoca. Beşiktaş bu teknik direktörle aynı yolda devam ederse senelerce hasarlarını çekecektir....

Yönetim

Bazı restoranlara sırf sosyete gidiyor diye prestij için giden insanlar vardır. Bu tür insanlar dışta her ne kadar güçlü ve sert gözükseler de, aslında kendine güvenleri çok az olan insanlardır. Neredeyse bir sene boyunca kendisine olan tepkiler yüzünden başkan son çareyi yaşı ilerlemiş ve Avrupa’da istenmeyen ne kadar eski yıldız adayı varsa toplamakta görmüş. Zaten borçların içine gömülü bir kulübü daha fazla borça batırarak günü kurtarmakla kalmayıp, bir de üstüne üstelik bulduğu her fırsatta kendilerini öven ve ‘dünya’ takımı kurduklarını iddaa eden bir yönetile karşı karşıyayız. Teknik direktörlerinin arkasında dururken adeta kölesi olup onu nasıl savunucağını şaşıran, yanlış zamanda yanlış kararlar alıp sonra basın toplantılarında tepki almamak için dövünen bir ‘Papermoon çetesi’ Beşiktaş’ı bu hale getirmiştir. Bir kaç transfer yapıp dünya takımı olunsa, Fenerbahçe çoktan Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı sayın Papermoon’cular. Bana sorarsanız esas dünya takımını kuran sizden önce o koltukta oturan Süleyman Seba’dır. Her geçen sene Beşiktaş kimliğini kaybettikçe, gerçek Beşiktaş’ı daha çok özlüyorum...

Taraftar

Beşiktaş’ın taraftarı ülkemiz için bir renktir ve herkesin saygı duyduğu bir taraftar kitlesidir. İyi ve kötü günde her zaman takımlarını desteklemek için son derece yaratıcı yollar bulan Beşiktaş taraftarı da maalesef gelinen bu durumda hatasız değildir. Daha geçen sene yönetimin yanlışlıklarına katlanamayıp her maçta “Yeter!” diye bağıran taraftar bir kaç transfer sonrasında herşeyi unutup yönetimin göz boyamasına çok kolay kandı. Quaresma, Guti ve Simao gibi futbolcuları ülkemizde görmek elbette güzel bir şeydir. Fakat bu oyuncuların transferleri asla senelerce yapılan yanlışların üzerini örtmemeli. Quaresma’nın yaptığı her harekete sanki Süpermen’miş gibi davranan taraftarlar aslında takıma ne kadar zarar verdiklerinin farkında değiller. Quaresma koşup bir şeyler yapmaya çalışıyor belki, ama o yaptıkları şeylerin tribünleri coşturmak dışında takıma çok fazla katkısı olmuyor. Aldığı topların bir çoğunu kaybetmesine rağmen, ‘boşver abi kaybettiklerini onun ayağına top değsin yeter’ reaksiyonunu gösteren taraftar çok fazla. Bazı maçlarda takımda bütün futbolcular kötü oynasa da Quaresma’nın bir çaba gösterdiği doğru. Fakat Quaresma gibi bir yıldızın adam geçip şık goller atmakla beraber takımı saha içinde yönetmez ise, attığı 1 şık golün hiç bir anlamı olmadığını görüyoruz. Beşiktaş’ın efsane taraftarının artık yönetimin oyunlarına kolay kolay kanmayıp, gerekli tepkiyi göstereceklerini umuyorum.

17 Şubat 2011 Perşembe

BEŞİKTAŞ'A YAZIK EDİLİYOR

BEŞİKTAŞ 1 – DİNAMO KİEV 4




Başkanının ifadesine göre futbol kamuoyunun fena halde kıskandığı, ama kıskananların dahi kimseye çaktırmadan keyifle maçlarını izlediği, bütün dünyanın gözünün üzerinde olduğu, Spor Toto Ligi'nde liderin 15 puan gerisinde 6. sırada bulunan ve üç gün önce kaptanını kovan dünya takımı Beşiktaş, dünya çapındaki teknik direktörü Bernd Schuster’in ifadesiyle, Türkiye’deki gibi 1960’ların futbolunun oynanmadığı UEFA Avrupa Ligi 2. tur ilk maçında, henüz başlamamış olan Ukrayna Ligine hazırlanmakta olan ve ter atma idmanına çıkmış gibi kendini hiç zorlamadan oynayan Dinamo Kiev’e 1 – 4 yenildi. Bu arada, dünya yıldızlarının da yıldız olmayanlarının da hiç bir varlık gösteremediği maç sırasında, sahte hareketlerini bir kaç defa hakeme yutturarak takımına bedavadan faul atışları kazandıran Beşiktaş’ın bir 3. dünya takımı olan İnter’den postalanmış ve postalanması da İnter taraftarlarınca mutlulukla kutlanmış en büyük dünya yıldızı oyuncusu Quaresma da, maçın son dakikalarında ortada akıl ve mantıkla açıklanabilecek herhangi bir sebep bulunmamasına rağmen, herhalde “yine Portekizli hakemin yurttaş cömertliğinden yararlanırım, hem de bir güzel rahatlarım” düşüncesiyle olsa gerek, topu ileri doğru vuran rakip oyuncuya arkadan sağlam bir tekme atarak yere serdikten sonra, hakemden kırmızı kart görerek oyundan atıldı. Kendi kendine  ve kendi dilinde herhalde pek hoş olmayan şeyler söyleyerek sahayı terk ederken de, tekmeliklerini ve üzerinde bulunan çeşitli aksesuarları öfke ile bir o yanına bir bu yanına fırlatarak sahaya saçtı. İşin daha da hoş tarafı, bu futbolcu soyunma odasına bir çok Beşiktaşlı taraftarın alkışları ve lehine yapılan tezahüratlar ile uğurlandı. Bu taraftarların, Fenerbahçe’ye gol attıktan sonra cinsel organını avuçlayan ve bu nedenle de Beşiktaş’ın ahlaki değerleri ile bağdaşmadığı gerekçesiyle takımdan kovulan Pascal Nouma’nın hayranları ile onların o zaman küçük olan kardeşleri ve çocukları olmaları çok muhtemel.

Beşiktaş’a gerçekten çok yazık oluyor. Daha doğrusu Beşiktaş’a yazık ediliyor. Beşiktaş’ı kendi öz değerlerine döndürecek gerçek Beşiktaşlılar'ın tez vakitte Beşiktaş’a sahip çıkmalarını diliyorum.

Not : Bu yazımı yayınladıktan sonra Bernd Schuster'in maç sonu konuşmasında, maçtan sonra memnuniyetsizliklerini ortaya koyan taraftarlar için, "Bu takımın sorumlusu benim, beğenmeyen stada gelmesin, evinde otursun" dediğini duydum. Ne diyeyim artık, "eceli gelen hav hav cami duvarına siğer" diye bir atasözü vardır ya, hani ondan misal "vedası gelen teknik direktör de takımının taraftarına sallar" herhalde.

LİGİN İKİNCİ YARISINDA “5 BÜYÜKLER” HAKKINDA NOTLAR :



TRABZONSPOR :

Ligin ikinci yarısında malum işler iyi gitmiyor. Takımda “sorunlu” futbolcular var. İşler daha da kötü güderse, sıkıntıların daha da artması sürpriz olmayacak. Ama bütün bunlar bir yana, benim hayal kırıklığım, olumlu anlamda diğerlerinden çok farklı olarak algıladığım Başkanının ve Teknik Direktörünün giderek diğer olumsuzlara benzemeye başlaması oldu. Diğer takımlar bizi ilgilendirmiyor, biz kendi işimize bakıyoruz mesajlarını veren Başkanın, sanki şimdiye kadar takımı rakip kalecilerin hatalarından hiç gol atmamış ya da kendi takımının kalecileri bunlardan daha büyük hatalarla hiç gol yememiş gibi, Fenerbahçe – Kayserispor maçından sonra genç bir kalecinin yaptığı hataları alaycı bir ifade ile diline dolayarak hem onun onuru ile oynaması, hem de genç kalecinin eskiden Fenerbahçe’de oynamış olmasını belden aşağı vurarak kullanmak suretiyle, Fenerbahçe’nin galibiyetini kafalarda şüphe yaratacak ve şaibeli hale getirecek göndermelerde bulunması bu Başkana’a hiç yakışmadı. Benzer bir tavır değişikliği de Teknik Direktör için sözkonusu. Az, öz ve konuşması gereken zamanlarda konuşan ve düzgün mesajlar veren Teknik Direktör, giderek daha çok, çok daha çok ve uzun konuşmalar yapmaya, beyanatlar vermeye başladı. Alışılmış olmayan bu davranış biçiminin, tiyatro tabiriyle “yüzünü eskitmesi” ve söylediklerinin vurgusunu / değerini azaltıyor olması bir yana, değişen genel tavrı, her zamankinin tersine  Ama bunu Türkiye’nin anlaması için herhalde 10 yıl geçmesi lazım. 10 sene sonra konuşurlar, benim değiştiğimi ancak o zaman anlarlar.” gibi genellemeleri ve kendi kendini farklı bir konuma koyan yukarıdan bakan ifadeleri bence hocanın uzun seneler boyunca imal ettiği düzgün kişiliğine yakışmıyor. Hoca halen diğer bir çok meslektaşı gibi, profesyonel bir takımda, profesyonel bir iş yapıyor. Bu aşamada kendini “Türk Futbolunun duayeni, ermişi, bilirkişisi” gibi konumlara koymasının bir gereği ve anlamı yok. Bu konumları hak ediyorsa, tarih ona bu hakları zaten teslim edecektir.

FENERBAHÇE :

Ligin ikinci yarısında Fenerbahçe’de işler iyiye gitmeye başladı gibi görünüyor. Ara transfer yapılmayarak, istenilen başarı elde edilemeyince dere geçilirken  mevcudu düzeltmeye çalışmak yerine hemen ithalat yolu ile at değiştirme yanlışından bu sefer vazgeçildi. Özellikle ara transfer ithali, büyük bir çoğunlukla takıma yeni sıkıntıların da ithal edilmesi anlamına geliyor. Bunun yanısıra, gerek başarı ıstatistikleri, gerekse düzgün kişiliği ile Fenerbahçe tarihinin yerli ya da yabancı en değerli ve en önemli futbolcularından biri olan Kaptan Alex’in sezon sonunda sona erecek sözleşmesinin, bitimi beklenmeden ve ucuz pazarlıklara girişilmeden, 2 yıl daha yenilenmesi ve bundan daha önemli olarak, aralarında soğukluk olduğu sürekli işlenen Teknik Direktörünün imza töreni sırasında Kaptan’ın futbolculuk başarısının dışında özellikle insani kişiliğine yönelik yaptığı övgü dolu vurgular özlediğimiz değerlerin yansıması oldu.

Fenerbahçe halen kapasitesine uygun, beklenilen, olması gereken futbolu oynamıyor. Ama ben ve benim gibi sıradan insanlar için en önemli başarı ölçüsü, dünya takımı olmaktan, düzünelerle kupalar kazanmaktan, bütün rakiplerini yenmekten çok daha fazla, taraftarı bulunduğu takımının, bir “takım” halinde bütün iyniyeti ve gayreti ile bu hedefte “hac yolunda karınca” olabildiğini görebilmektir. Bu yolculuk böyle devam ettiği sürece, kupalara ulaşılmasa da, taraftarının takımından keyif almaması ve onunla gurur duymaması için hiç bir neden olmayacaktır. İşte umalım ki, Fenerbahçe de bu anlamda vermeye başladığı umut ışıklarını daha da artırsın.

BURSASPOR :

Sanıyorum Bursaspor geçen sezon futbol tarihimizde yaşanmış çok özel bir başarının problemlerini yaşamaya başladı. Genç ve futbol pazarında isimler şöhret / yıldız olarak anılmayan futbolcular, yakaladıkları büyük bir başarı ile birden mercek altına alınmaya başlanarak gündeme geldiler. Artık üzerlerinde artarak yoğunlaşan iki yönlü baskı var. Birincisi futbol kamuoyunun baskısı. Taraftarların beklentileri doğal olarak arttı. Başarılarının sürdürülebilir olmasını, hatta artmasını bekliyorlar doğal olarak. Geçen sezon lig ikincisi veya üçüncüsü olabilmeyi başarı olarak görecek taraftar, bu yıl şampiyonluk dışında aynı mutluluğu yaşayamayacak. Öte yandan, futbol kamuoyunun büyük bir bölümü, geçen sezondaki başarının bir daha asla tekrarlanamayacağına inanıyor / iddia ediyor. İkinci baskı ise, sosyal ve psikolojik yaşamlarında meydana gelen değişiklik. Hiç umulmadık şekilde birden gündemde ön plana çıktılar. Onlar artık şampiyon bir takımın oyuncuları. Onlara bakışlar farklılaştı ve onların da gelecek beklentileri farklılaştı. Daha once benzer bir tecrübeyi yaşamamış olan bu genç insanların bu kadar hızlı değişimlerden ve baskılardan hasarsız çıkabilmeleri, hem kendi değişen beklentilerine, hem de dış beklentilerine hemen en doğru cevapları verebilmeleri hiç de kolay değil elbet ! Yılların başarılı iş adamlarının, zenginlerinin dahi bir futbol kulübüne başkan veya yönetici olduklarında düştükleri haller göz önüne alınırsa, bu futbolcuların işlerinin ne kadar zor olduğu daha kolay anlaşılabilir belki. Böyle bir durumda yeni transfer yapmak, diğer takımlara nazaran çok daha riskli. Bu ortamda yanlış bir tercih, yanlış bir transfer, bıçak sırtında yakalanmış bir dengeyi, bir özel kimyayı her an bozabilecek tehlikeyi taşıyor.

Ancak Bursaspor’un en büyük talihi, bu Başkana ve bu Teknik Direktöre sahip olmaları. Başarılarında da başarısızlıklarında da, haklı olduklarında da, haksızlığa uğradıklarında da serinkanlı, ilkeli, gerçekçi, düzgün duruşlarından hiç ödün vermiyorlar, akl-ı selimlerini hiç kaybetmiyorlar. Futbol yönetiminin maalesef cari değerleri (!) haline getirilmiş olan kaba-dayılıklara, komplo teorileri üreterek kuru gürültülerle hedef saptırmalara, sadece kendi görüş ve düşüncelerini sadece tek doğrularmış gibi herşeyin merkezine koymaya çalışmaya, altı boş kavramlarla kurumlara ve kişilere ağır hakaretlerde ve sövmelerde bulunmaya, olağan dışı büyük bir başarı elde etmelerine rağmen herkese yukarıdan bakmaya çalışmaya tevessül ettiklerine hiç şahit olmadım. Tersine, kim olduklarını, ne olduklarını, ne yaptıklarını, ne yapabileceklerini gayet iyi biliyorlar, gayet düzgün anlatıyorlar ve verebileceklerinin en iyisini verebilmek için, boş laf etmek yerine, sabırla sakin sessiz çalışıyorlar. Son Eskişehirspor maçında alınan beraberlikten sonra, bir çok mühim (!) futbol yorumcusunun kraldan çok kralcı olarak reyting uğruna ürettikleri komplo teorilerine, uğradıkları haksızlıklara karşı isyan etmeleri yolundaki tahrik ve desteklerine rağmen, Ertuğrul Hoca’nın bu tahrik ve teşviklere hiç aldırmayak, her zamanki beyefendiliği ve akl-ı selimiyle verdiği röpörtajını, önceki röportajları ve beyanatlarında olduğu gibi, hayranlık ve sevgiyle izledim.

Başkanı’nın ve Teknik Direktörü’nün bu sağlıklı kişilik yapıları ve duruşları sürdüğü müddetçe, Bursaspor’un şampiyonluk sonrası problemlerinden en az hasarla çıkabileceğine inanıyorum. Nitekim, maddi ve kadro zenginlikleri bakımından kendilerinden çok üstün görünen bir çok rakiplerine rağmen, ligin 22. haftasına gelindiğinde Fenerbahçe ile aynı puana sahip olarak liderin 2 puan gerisinde yer alıyor olması da bunun göstergesidir.

BEŞİKTAŞ :

Beşiktaş’ın Başkanı Akşam Gazetesi Genel Yayın Müdürü İsmail Küçükkaya, ‘Beşiktaş, Fener’in yerini alıyor’ diye yazdı. Bir sürü köşe yazarımız Beşiktaş’ın dünya kulübü olduğunu yazdı. O günden itibaren saldırılar başladı.” demiş. Bence sıkıntı da işte tam burada. İsmail Küçükkaya maalesef doğru söylemiş ; evet Beşiktaş Fenerbahçe’nin yerini almaya çalışıyor ama, hangi Fenerbahçe’nin yerini !? Görünen o ki, Beşiktaş, acı tecrübeler ve hayal kırıklıkları sonucunda oradan buradan “yıldız” futbolcu toplamakla bırakın dünya kulübü olabilmeyi, takım dahi olunamayacağını artık anlayarak kendini değiştiren bu günkü Fenerbahçe’nin yerini değil ama, o iflas etmiş zihniyeti taşıyan eski Fenerbahçe’nin yerini almaya çalışıyor. Beşiktaş’ın farkını, farklılığını, kendi öz ve özgün değerleri yaratmıştır. Beşiktaş, “Beşiktaş” olmalıdır. Kimliğini kaybetmeden kendi değerleri ile gelişmelidir. Beşiktaş’ın  bir şey olmaya, onun bunun yerini almaya çalışmaya ihtiyacı olmamalıdır. Zaten gerçek bir “dünya takımı” da ancak böyle olunabilir. Bugün futbola “değerler” açısından bakabilen Beşiktaş taraftarı olsun veya olmasın futbolseverlerin, bu gün gidilmekte olan yolda yapılandırılan “dünya takımı”na nazaran, Süleyman Seba başkanlığındaki yönetimin –bana göre o zamanki gerçek bir dünya kulübünün- kurmuş olduğu Beşiktaş ruhunu taşıyan takımı izlemeyi bin defa daha fazla tercih edeceklerine eminim.

Öncesi ve sonrasıyla “dünya kulübü (!)” olma yolunda ama Beşiktaş’ın değerlerine hiç yakışmayan şekilde “kaptanını kovma” skandalı da bütün bu olumsuzlukların üzerine tüy dikmiştir.

“Beşiktaş İbrahim Üzülmez ve değerleriyle olan sözleşmesini feshetti” diyen spor yazarının herşeyi özetleyen bu sözüne bütün kalbimle katılıyorum.
  
GALATASARAY : 

Galatasaray camiasını inanın tanıyamıyorum ve çok üzülüyorum. Benim elimde şu anda bilgi ve belge var her türlü. Çıkıp burada konuşanlar var. Eleştirenler var. Biz bundan hep feyz aldık. Ben bugüne kadar bilgi ve belgeleri kullanmadım. Kime karşı, bugün boy boy demeç verenler, imza kampanyasını yapan, ibra etmeyeceğiz diye tehdit edenlere karşı... İsterseniz bir tanesini koyayım, her hafta birini koyayım. Görün o zaman Galatasaray’ın içinde kimler varmış...

Her taraftan ağır ateş altındayım. Peki ben ne yaptım ? Benim eleştirilmem bitmiyor zaten. Karşılaşmadan sonra ailem olsun, eşim olsun, oğlum olsun herkes beni suçluyor. Ama top oynayan ben değilim. Bir kısım içeriden, bir kısım dışarıdan. Bu açılıştan sonra hükümet, muhalefet, taraftar, camia ve medya ağır ateş altındayım. Peki ben ne yaptım ?”

Bunlar Galatasaray Başkanı’nın sözleri. “Benim Galatasaraylılığımı tartışmak kimsenin haddi değildir” diyen Başkan Galatasaray camiasını inanın tanıyamıyorum" diyorsa ve öte yandan da olumsuz hiç bir şey yapmamış olduğuna inanırken, içeriden ve dışarıdan ağır ateş altına alındığını söylüyor ise, bence bundan sonra yoruma gerek kalmıyor. Demektir ki Galatasaray, kulüp olarak ciddi problemler yaşamaktadır ve bu problemleri çözülmedikçe de, futbol takımının başarısı veya başarısızlığı detaydan ibarettir.

(Futbol takımının kaleci problemi hakkında iki satır yazmadan geçemeyeceğim. Kayserispor galibiyetinden sonra Fenerbahçe kalecisi Volkan ile iki stoperi Yobo ve Lugano, bir üçlü halinde birbirleri ile sarmaş dolaş olup galibiyeti kutladılar. Galatasaray’da ise, kaleci ile defans oyuncuları daha birbirlerini doğru dürüst tanımaya fırsat olmadan, ya kaleci değiştiriliyor, ya da oyuncular veya yerleri. Bilmem futbolun bir takım oyunu olduğunu, gol yemenin tek sorumlusunun kaleciler olmadığını hatırlatmama gerek var mı !?)

15 Şubat 2011 Salı

KALİTE TOTALDİR AMA, KALİTESİZLİK DE ÖYLE !



1) Beşiktaş’ın emektar kaptanı, Beşiktaş’tan kovuldu !

2) Kovulan Kaptan'ın basın toplantısına katılmayı kendinde hak gören Başkan, İbrahim Üzülmez'e obstrüksiyon yaparak bilgiç ve sarkastik mütebessim sevimli (!) tavırları ile mümkün olduğunca onu konuşturmamaya çalışarak, "Kaptan'ı kovmaktan büyük üzüntü duyduklarını, ama Beşiktaş Kaptanına yakışmayan davranış nedeniyle buna mecbur kaldıklarını, bir dünya kulübü olma yolundaki yeni misyon ve vizyonlarının bunu gerektirdiğini, ancak Beşiktaş'ın kapılarının Kaptan'a daima açık olduğunu, her kademede görev alabileceğini, dilerse alt yapıda gençlerin başına getirebileceklerini..." söyledi.

Sınav Sorusu : Bu olgulardaki yanlışları gösteriniz.

Benim cevabım : Hangi biri doğru ki !? Al birini, vur öbürüne ! Sevsinler sizin yeni misyon ve vizyonlarınızı ! Kaptan şayet Beşiktaş'ın değerlerine ihanet eden davranışından dolayı kovuldu ise, bu perhizin üstüne onu alt yapının başına getirip gençlere örnek yapmak nasıl bir lahana turşusu ola ki !? Üç beş yıldız futbolcu transferi ile dünya takımı olunabiliyor ise,  kulübün de dünya kulübü olabilmesi için acilen yurt dışından yıldız başkan ve yönetici transferi şart  görünüyor.

(Yolun açık olsun emektar Deli İbrahim kaptan ! “Futbol kamuoyu”, senin hakkında kovma kararı alanları ve basın toplantına dahi müdahale eden “demokratik (!)” başkan ve yöneticileri tez vakitte unutup gidecektir ama, seni  “son kartal” niteliklerinle her zaman hatırlayacaktır hiç şüphesiz…)

                   TENEKEDEN ALTIN OLMAZ


ÜLKEMİZDE "BURJUVA"NIN GENEL DURUMU

Burjuva, köylü, işçi ya da soylu sınıfına dahil olmayıp, sosyal statüsünü ve gücünü, eğitiminden, işveren konumundan ve zenginliğinden alan kentli kişidir. Bu kimselerin oluşturduğu sosyal sınıfa burjuvazi denir. Bu kavram Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifesto'da "kapitalist orta sınıf" anlamında kullanılmıştır. Burjuva sınıfı sosyo-ekonomik ve sosyo-politik değişimlerin sonucu olarak Avrupa’da doğmuş ve toplumun hakim sınıfı haline gelmiştir. Kendi içinde küçük burjuva, orta burjuva ve büyük burjuva kategorilerine ayrışır.

Avrupa burjuvazisi bir ekonomik sınıf olarak, kendi kültürünü üretmiştir.

Ülkemizde ise, Avrupa’nın sosyo-ekonomik ve politik süreçlerinden geçilmeden, benzer sınıf çatışmaları yaşanmadan batı dünyasının mevcut düzeni model olarak alınıp, oradaki toplum düzeni  ithalat yolu ile bizde de yapılandırılmaya çalışıldığından, Avrupa anlamında toplumsal bir burjuva sınıfı halen oluşturulabilmiş değildir.

Ülkemizdeki üretme burjuvazi, liyakatına bakılmaksızın şu veya bu şekilde devlet erkini eline geçirmeyi başarmış ve kamu adına karar verme yetkisini tekel olarak elinde bulundurduğuna inanan bürokratlar ve çoğunluğu devlet bürokrasisi ile iyi geçinme imkanlarını bularak, devlet desteği ile zenginleşmiş, sermaye sahibi olmuş kişilerden oluşmaktadır. Ancak bunlar, batı anlamında aşağıdan yukarıya bir sosyal değişimin doğal sonucu olarak sahneye çıkmış olmayıp, tam tersine, toplum mühendisliği ile yukarıdan aşağıya doğru yapılandırılmaya çalışılan bir sürecin yapay ürünleri olarak üretildiklerinden, hakiki bir sınıfın kültürüne sahip değildirler. Bir diğer ifade ile, devlet gücüne yaslanmak ve ekonomik üstünlük anlamında burjuva statüsünde bir hakim sınıf üretilmesine karşın, kültürel olarak bir burjuva sınıfından bahsedebilmek mümkün değildir. Bu kültüre sahip olabilmiş az sayıdaki kişinin ise ellerinde devlet gücü ya da ekonomik zenginlik bulunmamakla, hakim bir toplumsal statüsü bulunmamaktadır.

Daha da kötüsü, bu üretme sınıf, burjuva kültürüne sahip olmamaları bir yana, içinden geldikleri özgün toplumsal kültürlerine de yabancılaşmış, batının değerleri ile, kendi öz değerlerinin arasında iki arada bir derede kalmış, eklektik / lümpen / arabesk kültür (!) karmaşası içine girmişlerdir. İfade ettikleri kulaktan dolma batı kavramları ve değerleri, asla bir batılı burjuvanın ifade edeceği aynı kavram ve değerlerle içerik anlamları itibariyla örtüşmediği gibi, bırakın kendi toplumunu, kendilerine bile gerçek bir kavram ve değer olarak herhangi bir hakiki algı ve anlam ifade etmemektedir. Bunlar, herhangi bir hakiki kültüre sahip olmadıklarından, sosyal statülerini ve güçlerini sadece ve sadece ellerinde bulundukları devletin gücünden veya maddi servetlerinin, paralarının gücünden almaktadırlar. İşte bu gücün kültürü (!) de, “altını olan kuralı koyar” kültürü, kaba kuvvet, kaba-dayılık kültürüdür.

Ülkemizde bir değişim süreci başlamış olmakla birlikte halen çoğunlukla, hakiki kültür sahibi olmayı başarabilmiş olan değerliler parasız ve önemsiz, ama makam gücü ya da paraya sahip olmuş fakat yeterince kültür sahibi olamamış değersizler önemli konumdadırlar.

İşte futbolumuzun genel yönetiminde de bu toplumsal fotoğrafımız aynen görüntülenmektedir. (Gerçekten liyakat sahibi az sayıdaki düzgün lider ve yöneticileri elbet bu manzaradan tenzih ettiğimi belirteyim).

MARSYAS'IN UMUTSUZ DAVETİ

Midaskral blog’un sevgili patronu Marsyas’ın son yazısını keyifle okudum. Marsyas, “kalite total”dir fikrine katıldığını ifade ederek, bütün iyiniyeti ile, futbol yöneticilerini, temsil ettikleri kurumların kalitesine uygun beyanatlar vermeye davet ediyor. İyiniyetine saygım sonsuz ama Marsyas’ın ıskaladığı husus şu ki, “kalite gibi, kalitesizlik de totaldir”. “Kalite” kavramı, kendi içinde düşük, orta, yüksek gibi seviyeleri ifade ettiği gibi, mukayeseli olarak da farklı değerlendirmelere konu olabilir. Örneğin tenekenin de altının da düşük, orta ve yüksek kaliteye sahip olanları vardır ama, “tenekenin en yüksek kalitelisinden bile altın olmaz” sevgili Marsyas.

Marsyas’ın iyiniyetli yazısından sonra kaba-dayılar arasındaki karşılıklı sallamalara bir yenisi daha eklendi. Televizyon kameralarının karşısında verilen bu beyanatların uslubu olsun, içeriği olsun, işte bu beyanatları verenlerin hangi metalin, hangi kalitesine uygun olduğunu kendiliğinden ortaya koyuyor.

“Hak arama ya da doğruluğa, dürüstlüğe, iyiliğe davet etme” adı altında dahi olsa, bu beyanlarda bulunurken her şeyden önce, havanızın “ağır abi” tavrında olması, sabrınızın sonuna geldiğinizi ve her an Roma’yı yakıp, Ninova’yı yerle bir etmenize ramak kaldığını ifade ederken de uslubunuz ile yüz ve beden dilinizin, şımarık devlet düşmanına bir sahne sonra dalmaya hazırlanan Polat Alemdar ve Memati tarzında  olması sanki FİFA kuralları gereği. Yani, kendinizi haklılığın tek merkezine koyup, onun dışında her kim ve ne var ise hepsine had bildirmeniz ama buna rağmen hadlerini bilmeyecek olanlara da dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğinizi sağlam bir kaba-dayı olarak bildirmeniz olmazsa olmaz en birinci, hatta tek şart. Bunun için, şimdiye kadar hiç söylenmemiş çok özel ve özgün seçme sözlerle söylenen (!) “kimse bize had bildiremez, ama biz herkese haddini bildirmeyi biliriz”, “bir yer basılacaksa biz daha iyi basarız, kimsenin şüphesi olmasın”, “sabrımızı taşırmayın, tepemizi attırmayın” v.b gibi özlü ve arif olanın anlayacağı gayet yaratıcı ince ifadeler (!) son derece uygun olmaktadır.

Dayılığınızın kabalığını yeterince ortaya koyabiliyorsanız, konuşma hazırlama ve sunma yeterliliğinizin ve yeteneğinizin ne olup olmadığı hiç önemli değil. Bir şekilde bir yönetim erkini ele geçirebilmişseniz bu yeter de artar bile. Hele bir de yönetiminde bulunduğunuz kuruma kişisel borç filan vermiş iseniz, konuşma özürlü de olsanız, kurmaya çalıştığınız cümlelerin başı, ortası ve sonu ayrı makamlardan ayrı tellerde de çalıyor olsa hiç mühim değil ; çıkıp aslanlar gibi homurdanma hakkına sahipsiniz demektir.

BOŞ LAFLAR

Yönetim makamı yükseldikçe, “ben seni kültürümle de döverim” ilavesi de şart oluyor tabii ! Ülkemizin eski liderlerinin, “yürümekle yollar aşınmaz, asmayalım da besleyelim mi !” gibi hiç unutulmayacak özlü sözleriyle (!) anıldıkları gibi,
malum bir çok mühim lider, tarihe altın harflerle yazılmış mühim sözleri ile kendilerini ölümsüzleştirmişlerdir.  İşte bunun gibi “bu işyerinde demokrasi yoktur kurallar vardır !”, “o halde sen bir faşistsin, diktatörsün !” gibi üst düzey kültürlerin birikimlerini ortaya koyan bu özlü sözlerin de, söyleyenlerini tarihin en mutena sayfalarına geçirmemesi için herhangi bir engel bulunmamaktadır.

Hele dün güzide bir kulübün zarif başkanı öyle bir kelam kesti ki, müthiş yani (!) Hazret aynen şöyle dedi : “Türkiye'nin ve dünyanın takımını yarattık. Futbol kamuoyu bu yıldızların altında eziliyor, bizleri kıskanıyorlar. Bizler çıtamızı yükselttik. Türk futbol kamuoyuna diyoruz ki, siz de çıtanızı yükseltin ya da bizleri rahat bırakın yolumuza devam edelim" dedi.

Allah allah ! Saygın bir kulübün değerli bir başkanı böyle söylediğine göre, acaba ben mi yanlış biliyorum diye Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğüne baktım. Orada “Kamuoyu” şöyle anlatılıyor : “Bir konuyla ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu, amme efkârı, efkârıumumiye. Toplumsal yaşamın olay ve olguları konusunda toplumsal kümelerin ya da toplumun ortaklaşa yargısını yansıtan düşünce ve kavramların toplamı.”

Şimdi bu durumda o kulübün taraftarları da futbolun kamuoyunun içinde, benim taraftarı olduğum takım başka bir takım olsa da, bir futbolsever olarak ben de o kamuoyunun içindeyim. Bu durumda Sayın Başkan futbol kamuoyu içinde yer alan kendi taraftarları içinde de ezilenler olduğunu kasdetmemiştir herhalde ama, şu soruların cevabını verse de bizleri aydınlatsa : 

1) Ben niye ezilmekteymişim ki !?

2) Bu günkü puan cetveline göre sayayım, Trabzonsporlular, Bursasporlular, Fenerbahçeliler, Kayserisporlular, Gaziantepsporlular ve diğer kulüplerin taraftarları neden eziliyorlarmış  acaba !? 

doğrusu hiç anlayamadım. 

Sayın Başkan elindeki hangi anket bilgilerine dayanarak bunu söylüyor acaba !? Ama genel uslubuna ve tavırlarına bakarak “ben ne söylüyorsam gerçek o’dur, kimse bana aksini anlatmasın yoksa fena yaparım …!” kültürünün (!) bu söylemde de pırıl pırıl pırıldadığı anlaşılıyor. Öte yandan, allah yolunu açık ama sonunu hayır etsin de, kulübünün mali tablolarına ve lig tabelasına bakılınca, sanki futbol kamuoyu değil, bu başkan o yıldızların altında her geçen gün daha fazla eziliyormuş gibi geliyor bana.

"NORMAL DEĞİL İSE, KES SESİNİ DE OTUR YERİNE O ZAMAN !"

Kültürü ve zekası ile ünlü bir muhalefet milletvekili bu kaba-dayıya başını çevirip, sakin sakin “eh, senin böyle bağırıp çağırman gayet doğaldır !” diyince de, kaba-dayı bu sefer ona dönerek “niye doğal olsun ulan !” diye salllamaya başlayınca, cevap şöyle gelmiş : “Doğal değil ise, kes sesini de otur yerine o zaman !”

Bu manzara bana Türkiye Büyük Millet Meclisinde eski tarihlerde yaşanmış bir diyalogu hatırlattı. Kaba saba bir milletvekili bir meclis oturumunda ayağa fırlayarak küfür kafir avaz avaz bağırarak muhalefete sallamaya başlar. Kültürü ve zekası ile ünlü bir muhalefet milletvekili bu kaba-dayıya sakin sakin başını çevirir ve aralarındaki diyalog şöyle geçer:

Muhalefet Milletvekili : Eh, senin böyle bağırıp çağırman gayet normal !
Kaba-Dayı : Niye normal olsun ulan !
Muhalefet Milletvekili : Normal değil ise, kes sesini de otur yerine o zaman !

İşte böyle Sevgili Marsyas, ümidini kırmak istemem ama, tenekeden altın olamayacağı bir yana, tenekenin yüksek kalitelisine bile razıyım ben.

Böyle konuşanlar ile, onları coşkuyla alkışlayanlar ve onlara “ağzına sağlık” diyenler halen bulundukları yerlerde bulunmaya devam ettikleri sürece, kalitenin değil ama, kalitesizliğin total olduğunu daha çok göreceğiz bence…