"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

31 Mart 2011 Perşembe

GERİ DÖNÜŞ OLMAMALI




Milli Takımımızın Avusturya’yı yenmesi elbet çok önemli. Ama bana göre bundan daha önemlisi, geç kalınmış olsa da Milli Takımımızın yeniden yapılandırılıyor olmasıdır.

Kısa vadedeki başarılar veya başarısızlıklar kalıcı değildir. Önemli olan, uzun vadede geleceğe ümitle bakabilmek, Milli Takımı uzun yıllar taşıyabilecek yenilenmiş kadroyu kurabilmektir.

Kimilerine Avusturya maçında görev verilmese de kadroya alınan genç futbolcular bana geleceğe yönelik ümit ışıklarını gösterdi.

Her ne kadar “Milli Takım için yeterli ve yetenekli futbolcu yetişmiyor” diyenler olsa da, yeniliğe geleneksel olarak direnenler her zaman çıkacaktır. Ben her mevkide yeterli olabilecek birden fazla yeni Milli Takım oyuncusuna sahip olduğumuzu düşünüyorum.

Güney Kore ile yaptığımız hazırlık  ve Avusturya ile yaptığımız grup maçlarında kadroya alınan genç ve yeni isimleri aşağıda hatırlatırken, parantez içlerinde de, form durumlarına göre onlara her an ilave edilmesi mümkün olabilecek, aklıma ilk gelen genç futbolcuları belirttim.

Kalede, çok formda olan Volkan Demirel’in yedekleri Onur Recep Kıvrak, Fehmi Mert Günok, Sinan Bolat Milli Takımımızın kalesini uzun yıllar güvenle emanet edebileceğimiz genç ve yetenekli kaleciler. (Cenk Gönen).

Defansta,  İsmail Köybaşı, Serdar Kesimal, Fehmi Emre Güngör, Gökhan Süzen. (Ersan Adem Gülüm, Rıdvan Şimşek).

Orta Sahada, Selçuk İnan, Mehmet Topuz, Yekta Kurtuluş, Mehmet Topal, Nuri Şahin, Mehmet Ekici. (Necip Uysal, Gökay Iravul, Özer Hurmacı, Ceyhun Gülselam).

Forvette, Tunay Torun, Cenk Tosun, Umut Bulut, Burak Yılmaz. (Mevlut Erdinç, Ali Kuçik).

Gökhan Gönül ve Arda Turan yenilenen kadroda artık yerlerini tapulamış olan genç yetenekler. Formda bir Kazım Kazım da, her zaman bu kadroda yer alabilir.

Bence her zaman özel bir yeri olan Emre Belezoğlu ve Semih Şentürk, takımın yeniden yapılanmasının geçiş aşamasında yararlanılması gereken oyuncular. Onlara tecrübeli Hamit Altıntop, Servet Çetin ve Sabri Sarıoğlu’nu da ekleyebiliriz.

“Bu yeni yapılanmada artık Milli Takımımız ‘takım’ olabildiği taktirde başarıya ulaşır. Onun için artık Milli Takımızın hazırlık maçlarına değil, antremana ihtiyacı var. Zira yeni kadro birbirlerini antremanda tanıyacak, anlayacak ve takım olabilecektir. Bunun sadece maç yaparak sağlanması mümkün değildir” diyen Mustafa Denizli’ye katılıyorum. Öte yandan, geleceği inşa etmek bir süreç gerektirir. Bu süreçte yeni Milli Takımımız olgunlaşıp oturuncaya kadar elbet hemen arzu edilen futbolu oynayamadığı, iyi sonuçlar elde edemediği günler de olacaktır. “Roma bir günde kurulmadı” sözünü unutmamamız lazım. Önemli olan, bu genç ve yeni futbolcular ile, onları gelecek uzun süreçlerde Milli Takımı başarı ile taşıyabilecek “iyi bir takım” haline getirmekle görevli teknik kadroya güvenip güvenmediğimizdir. Benim bu aşamada, yukarıda belirttiğim genç ve yeni isimlere herhangi bir güven eksikliğim bulunmuyor.

Sonuç olarak, ortada güzel bir helva yapmaya yeterli un da, şeker de, irmik de, yağ da mevcut. Artık iş ahçının ve yardımcılarının becerisine kalıyor.

Umarım ki bundan sonra, kısa vadedeki başarı hedefleri uğruna tekrar geri dönüş olmaz ve geçici sonuçlar uğruna gelecek feda edilmez.


30 Mart 2011 Çarşamba

Var Mısın Yok Musun? Türkiye 2 – Avusturya 0



Belçika’nın Avusturya karşısındaki galibiyetinden sonra tam bir varoluş maçıydı milli takımımız için. Ekolsüzlüğün ve düzensizliğin de bir ekol olduğunu kanıtlayan milli takımımız genelde bu tür varoluş maçlarında başarılı oluyor. Biz öyle bir takımız ki, katıldığımız turnuvalarda ya ilk 3’e giriyoruz ya da baştan hiç katılamıyoruz. Katıldığımız turnuvalarda her zaman en heyecan yaratıp izleyicilerin ilgisini çeken takım olmuşuzdur. Dünya Kupası 2002 ve Euro 2008’in hafızalarda kalmasının en büyük nedenlerinden biri Türk milli takımının bütün beklentileri alt üst eden performansıdır (Euro 2008’de UEFA başkanı Platini’nin özellikle Türkiye’ye teşekkür ettiğini unutmayalım). Türkiye 2000’lerin başında Amerikalılar’ın tabiri ile bir Cindirella hikayesi olsa da, artık rakibi kim olursa olsun saygı duyulan bir takım haline gelmiştir. Avusturya ve Belçika gibi takımlar asla bizim ciddi rakiplerimiz değillerdir ve kendi gözlerinde bizim zannettiğimizden çok daha fazla büyütürler bizi. Fakat maalesef son senelerde yaşanan teknik direktör değişiklikleri ve milli oyuncuların sık sık inişli çıkışlı sezonlar geçirmeleri istikrarlı bir milli takımımızın olmasını engellemiştir.

Salı akşamı oynadığımız varoluş maçında fazla organize olamasak da, maçın genelinde baskılı oynadığımızı ve çok şık gollerle rakibi saf dışı bıraktığımızı söyliyebiliriz. Maçı konu başlıklarıyla ele alalım:

Kadro Seçimi

Maçlardan sonra yenilen takımın hakemleri eleştirmesi gibi her milli maçtan önce kadro seçimini eleştirmek bir gelenek haline gelmiş durumda. Hiddink’in değimi ile milli kadro seçimlerinde belirleyici faktör şampiyonlar ligidir. Fakat özellikle bu sene takımlarımız Avrupa kupalarına çok erken veda ettiği için bu faktör pek bir şey belirleyememiş. Her şeyden önce milli kadro ülkenin en formda ve takım halinde oynayabilen oyuncularına yer vermeli. Hiddink geçen sene yaptığı hatalı seçimlerin farkına varmış ki Gökhan Zan seçimi dışında ciddi anlamda eleştirecek bir seçim görmüyorum.

Burda kadro seçiminden çok Hiddink’in bir felsefesini ön plana çıkarmak istiyorum. Hiddink mutlu ve gülen bir takımın çok daha başarılı olduğunu söyler ve milli takımımızda oluşturmak istediği ortam öncelikle futbolcular arasında samimi bir ortam yaratmaktır. Milli kampa sinirli ve stresli katılan oyunculara özel uygulamar kullanıp futbolcuları psikolojik açıdan rahatlatmaya çalışması futbolun hem taktiksel hem duygusal yönlerini ne kadar iyi bildiğinin bir göstergesidir. Euro 2012’ye katılamasak da Hiddink’in mutlaka takımın başında kalması tarafındayım. Harry Kewell’in bu haftaki röportajında dediği gibi teknik direktörlere en az iki sene şans vermek lazım, çünkü birini göndermeden en azından yeterli şansı verdim diyebilmek çok önemlidir.

İlk Onbirler ve Oynanan Futbol

Maçtan önce takımın sol kanatının defansif anlamda zayıf olduğunu düşünüyordum. Avusturya milli takım hocası olsam mutlaka sol tarafımızdan saldırırdım. Bunun en büyük nedeni çok formsuz bir sezon geçiren Hakan Balta ve neredeyse 5 aydır 90 dakika maç oynayamamış Arda’nın  özellikle defansif anlamda yetersiz olucağını ön görmüştüm. Arda’ya maalesef büyük haksızlıklar yapılıyor, değerlerimizin kıymetini genelde onları kaybettikten sonra anladığımız için toplum olarak onu bitirmek için herşeyi denedik diyebiliriz. Fakat nereden bakarsanız bakın Arda’yı ve Hakan Balta’yı sol kanatta oynatmak büyük bir riskti Hiddink için.

Milli takımımızın en güvendiğim tarafı hiç şüphesiz orta sahasıydı. Düşünün, Bundesliga’nın en iyi orta saha oyuncusu Nuri ve Alex başta olmak üzere bir çok kişinin hemfikir olduğu Süper Lig’in en iyi orta sahası Selçuk İnan orta sahamızda görev yapacaklardı. Hiddink bunlara ek olarak yine Alman kökenli bir Türk futbolcu olan ve Nürmberg’de çok iyi bir sezon geçiren Mehmet Ekici’yi de katınca uzun seneler bir ekol haline gelebilecek bir orta sahaya sahip olduğumuzu düşünüyorum. İleride ise benim tercihim sağ kanatta Burak ya da Mehmet Topuz’u oynatıp santraforda Semih’i oynatmak olurdu. Semih’in neden yedek kulubesinden kurtulamadığı ayrı bir tez konusu olacaktır. Bu sorunun cevabını bilen varsa lütfen bana bildirsin…

Oynanan oyuna gelirsek daha önce de belirttiğim gibi beklentimin altında bir organizasyon sağladık sahada. İleriye çıkarken hemen her topu Arda’ya verip onun bir şeyler yapmasını bekledik. Top dağıtımında ve pas seçeneklerinde Selçuk İnan Fabregas ve Xavi’yi çok da fazla aratmadı diyebiliriz. İleri uçda Burak’ın anlamsız hamleleri ve top kayıpları, Hamit’in sağ kanatta etkisizliği maçın büyük bir bölümünü sol kanatta geçirmemize yol açtı. Ne olursa olsun Nuri’nin maçın sonuna doğru oynadığı gerçek mevkiisinde oynaması gerekiyor. Mehmet Topal – Selçuk İnan ve önlerinde Nuri oynarsa durdurulması zor bir takım haline gelebileceğimizi düşünüyorum.

Peki Avusturya Ne Yaptı?

Avusturya çok genç ve Avatar filmini hatırlatan uzun boylu, güçlü oyunculara sahipler. 2.02 metre boyundaki forvetleri Servet’i bile maç boyunca kısalttı diyebiliriz. Genç oyunculardan kurulu oldukları için organize bir takım değiller. Kalecileri dahil defansta bir çok bireysel hatalar yapabiliyorlar. Fakat rakip takımların kafa ile gol atmaları çok ama çok zor bir takım. Duran toplarda özel önlem almak ve faul yapmamaya çalışmak alınabilecek en iyi önlemlerden.

Milli Maçlar ve Traftarlar

Maalesef bu maçta da taraftarlarımızın ne kadar kontrol dışı çıkabileceğini gördük. 2-0 öndeyken bile kaleciye çakmak atan, icabında rakı şişesi atan bir taraftar kitlesine sahibiz ve yakın zamanda kurtalacağımıza benzemiyor. Maçta her zaman olduğu gibi anlamsız kulüp takım tezahüratları vardı ve renk körlüğünden ne kadar uzak olduğumuzu bir kere daha gösterdik. İnanın gurbette milli maçlar çok daha farklı duygularla izleniyor. Pakistan – Kenya kriket maçının futboldan daha fazla izlendiği bir ülkede yaşarken insanların bana gelip Türk milli takımından bahsetmeleri gurur verici bir duygu. Acaba kendi sahamızda olan maçların bir kısmını gurbet ülkelerde oynasak mı diye düşünmedim değil doğrusu…

29 Mart 2011 Salı

YİNE O İĞRENÇ “YAŞAM FORMLARI”





Bunlar insan kılığına girmiş iğrenç yaratıklardır. İnsanca yemesini, içmesini, gezmesini, eğlenmesini, oturmasını, kalkmasını, kısaca insan gibi yaşamasını bilmezler. Beyinleri ve ruhları iğdiş edilmiştir. İlkeleri, idealleri yoktur. Hiç bir şeyden anlamazlar, anlayamazlar. Yaşamlarını, yaşamı sömürerek sürdürmeye çalışırlar. Tek yapabildikleri, var güçleriyle her şeyi vahşice tahrip etmeye, bozmaya, kırmaya, dökmeye çalışmaktır. Sadece insanları rahatsız etmekle, onların huzurlarını kaçırmakla beslenirler. Ancak iğdiş beyinleri neyi, niçin ve neden yaptıklarını dahi bilmelerine engeldir. En ilkel yaratıkların, bir ayrık otunun, tek hücreli bir koli basilinin yaşamları dahi bunların yaşamından çok daha anlamlı ve saygı değerdir.

Bu rezil yaratıklar, bireysel ve toplumsal yaşantımızın parazitleri, sülükleridir. Üçü beşi pislik sürüleri halinde dolaşırlar. Güçlerini de içinde bulundukları sürünün kaba kuvvetinden alırlar. Tek başlarına kaldıklarında ise, özlerine uygun olarak,  güçsüz, korkak, ezik yalakalara dönüşürler.

Bunlar, sokaklarda, trafikte, toplu taşıma araçlarında, piknik alanlarında, deniz kenarlarında, stadyumlarda hasılı her an ve her yerde karşımıza çıkarak günümüzün, keyfimizin içine etmeye muktedirlerdir. Toplum olarak birlikte eğlenebilmemizin, birlikte bir mutluluğu yaşayabilmemizin en başta gelen engelleridirler. Bulundukları her yeri, dokundukları her şeyi “murdar” ederler.  

Bu pislikler, bu kez de milli maçta ortaya çıktılar. Takımımızın 2-0 önde ve kalecimizin bir penaltı kurtarmış olduğu maçın bitimine dakikalar kala, rakip kaleciye küfürlerle ellerine ne geçirdilerse yağdırdılar. Şimdi bunların yüzünden Milli Takımımıza ağır cezalar gelecek. En azından yüklü bir para cezası, belki de saha kapatma. Böylece bir toplumsal keyfimizin daha içine etmiş oldular.
Bunlar bir başka maçta ya da bir başka toplumsal alanda benzeri rezilliklerini sürdürmeye devam ederken, Milli Takımımız, dolayısı ile bizler bu cezaları ödeyeceğiz. Şimdiye kadar defalarca olduğu gibi…

Ey varlık sebebi insanca ve huzur içinde yaşamak isteyen halkını, milletini korumak olan devlet ve onun kolluk kuvvetleri ! Bizler bu parazitlere müstahak değiliz. Bu iğrenç yaşam formlarına karşı bizlerin huzurunu yeterince koruyamadığınızın hala farkında değil misiniz !? Sülükler hiç değilse kirli sularda yaşıyorlar. Ama nefesleri ile havayı kirletmekten başka herhangi bir fonksiyonları bulunmayan bu insan kılığındaki sülükler, sizden taviz gördükçe, giderek yaşamımızın her alanını kendi pislikleri ile daha fazla kirletmeyi sürdürüyorlar.



22 Mart 2011 Salı

BİZİ KİM KORUYACAK !?




DÜNYANIN BOZUK DÜZENİ İNSANLARI İĞDİŞ EDİYOR

İnsanlık onbinlerce yıldır herkesin “insanca” yaşayabileceği doğru bir düzeni kuramadı maalesef.

21. yüzyıla girdik ama halen insanların birbirlerini acımasızca gırtlakladığı çıkar savaşları bütün hızı ile devam etmekte. 


Haksızlık, adaletsizlik, eşitsizlik diz boyu.

Sırf yeterli gıda elde edemedikleri için her gün yirmi dört bin kişi ölüyor.





Dünyanın en gelişmiş ülkesi kabul edilen ABD’de bile on iki milyon aile bir sonraki yemeğini nasıl temin edeceğini düşünüyor. Dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan beşte birinin gelirinin en fakir beşte birindekilere oranı 75’de 1’e çıktı. Dünya nüfusunun yarıdan fazlasının günlük kazancı iki dolardan az. Bir üçüncü dünya ülkesindeki özel mülkiyetin ve parasal kaynakların % 70 ila % 90’ı, o ülke nüfusunun % 1’inin elinde. Birleşmiş Milletler Örgütü, iki milyar insanın sağlıklı su bulamadıklarını açıkladı. Oysa, savaşlara harcanmakta olan paranın yarısı kadar bir para ile yeryüzündeki her kişiye temiz su, yeterli beslenme, gerekli sağlık koşulları ve temel eğitim sağlanabilmesi mümkün.


Böyle bir tabloda, bu vahşi sistem insanları değirmen gibi öğütüyor.

Beslenme, korunma, barınma, üreme / cinsellik  gibi doğal içgüdüleri tatmin edilmemiş büyük kitlelerin ruh sağlıkları ciddi şekilde bozulmuş durumda.

Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, dünyanın çok gelişmiş, gelişmekte olan ve az gelişmiş olarak nitelendirilen ülkelerin bir çoğunu kapsayan geniş alanlı ve güncel bilimsel araştırmasından çıkan sonuçta şaşırmamak gerekir : “Bugün dünyamızda yaşayan insanların % 60’ının ruh sağlıkları bozuktur ; geri kalan % 40’ın % 20’si klinik tedaviye ihtiyaç gösterecek durumdadır ve son % 20’lik dilimde kalanların ise, çeşitli nedenlerle (ekonomik, sosyal sıkıntılar v.b.) psikolojik yardıma / desteğe ihtiyaçları bulunmaktadır.”

Bu düzen bozuk ve değişmeli ; öte yandan da, bir çok insanın ruh sağlıklarının farklı boyutlarda bozulmuş durumda olması da onların kabahati değil, bu sistemin suçu.

Buraya kadar tamam. Ama işin bir de “ama”sı var :

TARAFTAR MASKESİ TAKAN İĞDİŞLER



Şimdi “konumuz futbol”a gelirsek, iğrenç bir vulgarizmin her geçen gün şiddetini artırdığını görüyoruz.

Sistemin yamulttuğu ve sayıları giderek artan iğdiş edilmişler, taraftar kisvesi altında öfkelerini kusarak kimlik bulmaya çalışıyorlar. Bunlar, tek başlarına olduklarında, birey olabilmeyi başaramamış ve yaşamda anlamı olabilecek bir duruş edinememiş canlılar. Büyük bir çoğunluğunun sağlıklı bir karşı cins ilişkisi ve geleceğe güvenle bakabilme olanakları yok. Ama sürüler haline geldiklerinde rezil canavarlar haline dönüşüyorlar. “Rezil”, çünkü, cesaret, erkeklik, yiğitlik bir yana, kavga, dövüş v.b. gibi konularda dahi bireysel olarak hiç bir raconları mevcut değil. Yaptıkları rezil şeylerde bütün cesaretlerini sadece ve sadece içinde bulundukları sürünün kaba gücünden alıyorlar. Onbeş yirmi kişi birleşip bir iki kişiye, kadınlara kızlara, güçsüzlere saldırıyorlar, otobüslerin araçlarının camını çerçevesi indirip, otobanlarda, metrolarda insanların canlarını ve mallarını tehdit ediyorlar, iğrenç küfürler ve sloganlarla insanlıktan çıkıyorlar.  


Gösterdikleri şiddet de, otobüs şöförlerine, metro makinistlerine, işinden gücünden evine dönmeye çalışan sıradan insanlara, en fazla da aynen kendileri gibi olan rakip takımların eziklerine karşı. O sürülerden en azmışlarını çekip çıkarın ve ertesi günü aynı ortamlara tek başına getirin, sürünün içindeyken yaptıklarının bir tanesini yapmaya teşebbüs dahi edebilmeleri dahi mümkün değildir. Tam tersine, bunlar kendilerinden az daha güçlülerin karşısında hemen yaltaklanan yancılardır. Yakarak, yıkarak, yok ederek var olmaya çalıştıkça, gerçekte giderek daha fazla iğdiş olduklarının farkında bile olmayan zavallılardır.

Bunlar gerçekte “taraftar” filan değil. Hiç bir şeyden anlamadıkları gibi, böylesine iğdiş edilmiş beyinlerinin futboldan da anlayabilmesi mümkün olamaz. Zaten stadyumlarda bile maçları doğru dürüst seyrettikleri yok. Sadece kendileriyle, gırtlaklarını yırtarak edecekleri galiz küfürlerle, sahaya atacaklarıyla ya da toplu halde üzerine saldırabilecekleri dişlerine göre avları aramakla meşguller. Vasat seviyedeki bir provakotör bunlara kolayca her şeyi bağırtabilir, her şeye saldırtabilir.

İyi de, bu iğdiş sürüleri “kötü para iyi parayı piyasadan kovar” misali, düzgün insanları stadyumlardan kovuyor, futboldan soğutuyor. O bir yana, sokaklarda insanların canları, malları bunların yüzünden ağır tehdit altında kalıyor.


Yaptıkları eylemler Türk Ceza Kanununa göre suç. Bunları siz veya ben yapsam, örneğin bir otobüse binip camını çerçevesini indirsem ya da metroya binip ana avrat küfürler sallasam sonum önce karakol, ardından da hapishane olur. Ama bunların çok daha şiddetlilerini sürüler halinde yapanların yanına, işledikleri bu suçlar kar kalıyor. 

 
İnanılacak gibi değil ama, bunlar parçaladıkları kamu malı otobüslerin camını çerçevesini otobana fütürsuzca fırlatıp kapılardan pencerelerden sarkarak etrafa küfürler yağdırırken polis bunlara eskortluk yapıyor. 



Metroda da durum farklı değil. Sigaralar içiliyor, meşaleler yakılıyor, içki şişeleri, pislikleri etrafa saçılıyor, küfürün bini bir para, insanlıktan çıkmışlar, yüzlercesi hareket halindeki metronun içinde en ilkel yaratıkların dahi yapmayacağı şekilde zıplayıp duruyorlar. İnsanların can ve mal emniyetleri ağır tehdit halinde. Biri çoluğunu çocuğunu korumak için, “ne yapıyorsunuz yahu, sakin olun !” demeye kalksa, hiç şüphesiz vahşice saldıracaklar. İnsanlar şiddete maruz. Bir şey yapamamanın çaresizliği içinde, ruhları, içleri eziliyor. Ortada onları bu şiddetten koruyacak devletin hiç bir görevlisi ve önlemi yok. Polis, minimum zararla durumu idare ederek sadece günü kurtarmaya çalışıyor. Yapılmış olanların bedellerini ise, hem maddi, hem de yaralanmış ruhları ile diğer düzgün insanlar ödemek mecburiyetinde bırakılıyor.


Bunlar sistemin iğdiş ettiği ve taraftar kisvesi altında kimlik bulmaya, dejarj olmaya çalışan zavallılar, tamam da, peki milyonlarca sıradan vatandaşın suçu, günahı ne !? Bizleri bunlardan, bunların vahşetinden kim koruyacak !?

En başta gelen görevi “halkı huzur içinde yaşatmak” olan devletin, öğrenci protestolarına, siyasi toplu gösterilere v.b. gösterdiği hassasiyetin onda birini bu alanda göstermemesi inanılacak gibi değil. Sokaklar, kamu araçları, stadyumlar bu serserilere terk edildikçe, bunların cesaretleri ve fütursuzlukları da giderek artıyor.

1984 yılında New York metrosunda serserilik yaparak kendine de bulaşan 4 iğdişi öldüren kişi, Federal Mahkeme tarafından “meşru müdafaa” gerekçesiyle suçsuz bulunarak beraat ettirilmişti. Umalım ki kolluk kuvvetleri, varlık sebeplerine uygun olarak, artık daha fazla gecikmeden masum insanların canını, malını, kamu mallarını koruma, toplumun huzurunu sağlama ve suçlulara geniş tavizler vererek görmezden gelme yerine, onları yakalayarak adalete teslim etme görevini bu alanda da olması gerektiği gibi yerine getirir de, insanlarımız bir gün New York metrosu misali kendini korumaya kalkışmaz.

21 Mart 2011 Pazartesi

BİR DERBİ’NİN ARDINDAN



GALATASARAY 1 – FENERBAHÇE 2

Yeni stadyumda oynanacak ilk derbi, Galatasaray’ın taraftarına karşı son şansı, Fenerbahçe’nin tarihe özel bir not düşmesi, şampiyonluk yolunun iyice açılması ya da şampiyonluktan olması, desibel rekoru denemesi, 3D + örümcek kamera yayını gibi bir çok özel anlamlar yüklendi bu maça. Ama, maçı oynayan ve sonucundan etkilenecek olan takımların taraftarları dışında, bir futbolsever açısından hiç de seyir zevki ve heyecanı vermeyen tatsız tuzsuz, kalitesiz bir maç oldu Galatasaray – Fenerbahçe derbi’si.

Kötü oynayan iki takımdan, maçı kazanabilmeye daha yakın olan Galatasaray’dı. Kazım, yakın arkadaşı Andrea Santos’un yardımı ile yoktan var ettiği golüne, takımının ürettiği gerçek gol pozisyonunda yapması gereken asıl görevini yaparak ikincisini ekleyebilse, Fenerbahçe’nin bu maçtan puanla çıkabilmesi muhtemelen mümkün olamayacaktı.

Bir puana baştan razı Fenerbahçe’nin maçı kazanabilmesinin nedeni ise bence, kötü oyununa rağmen, Galatasaray’a nazaran daha fazla “takım” olabilme avantajı ve her şeye rağmen serinkanlılığını koruyabilmesi oldu. Tabii bu yapının sahadaki açık ara en önemli mimarının da Kaptan Alex olduğu hiç şüphesiz.

Salt bu maça bakıldıkta, şampiyonluğun en büyük adayı ve lider Fenerbahçe ile, tarihinin en kötü sezonlarından birini geçirmekte olan onbirinci sıradaki Galatasaray arasında hiç de önemli bir fark olmadığı söylenebilir. Ancak, bütün derbi maçlarını kazanmasına rağmen şampiyon olamayan ama hiç derbi maçı kazanmadan şampiyonluğu elde edebilen takımların gösterdiği örneklere bakarsak, “derbi” maçlarının, taraftar adrenalini yükseltmenin dışında, şampiyonluğu doğrudan etkilemediği anlaşılıyor. 34 maçlık lig “maraton”unda önemli olan, “sürdürülebilir başarılar”. Yoksa, maraton içindeki süreçlerde leyhe veya aleyhe hakem hataları, iyi oynarken puan kayıpları ya da kötü oynarken galibiyetler her takım için mümkün.

Fenerbahçe, rakipleri puan kaybederken, üstelik zor bir fikstür kapsamında on maçlık bir galibiyet serisine ulaştı. Bu hiç şüphesiz önemli bir başarı. Ama ligin sona ermesine 8 maç kalmasına rağmen, iyi ve taraftarına güven verici futbolu hala maçların sadece bazı bölümlerinde gösterebiliyor. Öte yandan, “tek başına maç kurtaran Alex şu veya bu nedenle bu serinin üç beş maçında oynayamasa idi Fenerbahçe acaba yine bu gün liderlik koltuğunda oturuyor olabilir miydi !?” sorusunun cevabı da son derece düşündürücü.

Fenerbahçe’yi yenebilse idi, bu sezon taraftarına bir avunma vesilesi sağlayabilecekti ama, Galatasaray’ın problemleri böyle bir galibiyetle örtülebilecek kadar basit değil bence.


15 Mart 2011 Salı

“ME IMPORTA UN PEPINO !”



Bernd Schuster, Beşiktaş Teknik Direktörlüğü görevinden istifa ettikten sonra “başarısız bir takımda kalamazdım” demiş. 

Bu sözleri, onun ilk münasebetsizliği değil malum.

Ama, terbiye özürlü bu adamın Beşiktaşlı taraftarlar için kullandığı şu İspanyolca söylem, bana göre işte şimdi onun gidişine tam da cuk oturdu : “Me importa un pepino !”

Beşiktaş’a da, Türk Futbolu’na da geçmiş olsun.

8 Mart 2011 Salı

KARGALAR GÜLER !


Bu sezon şampiyonluk için Fenerbahçe, Trabzonspor ve Bursaspor yarışıyor. Bu yarışta Beşiktaş ve Galatasaray ise, geçmiş yıllara nazaran son derece başarısız gidiyor. 


Başarısızlıkta en birinci sırada yer alan da Beşiktaş.

Zira hem ligin ilk yarısı, hem de ikinci yarısı başlamadan önce Beşiktaş yöneticileri taraftarlarına çok büyük ümitler pompaladılar. Artık “dünya kulübü” olduklarını iddia ve ilan ettiler. Ancak zaman geçtikçe, “biz artık dünya kulübü olduk” demekle dünya kulübü olunamayacağı ortaya çıktı.

Beşiktaş’ın bugün içinde bulunduğu üzücü durum, herhangi bir şok olayla aniden ortaya çıkmış olan bir durum değil. Bu, yanlış ve beceriksiz bir yönetimin, hatalarından ders almayarak uzun bir süreç sonunda meydana getirdiği bir durum. Bu süreç medyada sürekli işlendi, eleştirildi. Ben de önceki yazılarımda defalarca bu süreci irdeledim. Onun için bunları şimdi burada tekrar etmenin bir anlamı yok. Zaten Beşiktaşlılığın değerlerine sahip gerçek Beşiktaşlılar da, futbol’a salt taraftar gözü ile bakmayan futbolseverler de neyin ne olduğunu çok iyi biliyorlar. Bir tek bilmeyenler, ya da koltukları uğruna “almazdan gelenler”, sadece Beşiktaş’ın bu hale gelmesine tek sebebiyet verenler, yani Beşiktaş’ın bu günkü basiretsiz yöneticileri.

Şampiyonluk yarışında işleri iyi giderken, başkaları yaptığında haklı olarak hiç onaylamadıklarını ifade ettikleri bir yönteme, işler sıkıntıya girince başvurmaktan geri kalmayan Trabzonspor, Gençlerbirliği maçının ardından Fenerbahçe Başkanı’na sallayınca, zor durumda olan Beşiktaş yönetimi “yarasına melhem bulmuş Kartal” gibi, durumdan vazife çıkartarak kavganın içine atladı.

Beşiktaş yönetimi yayınladığı bildiride, hala “dünya kulübü” olduklarını ve herkesin bu hallerini kıskanması sonucu bu hallere düştüklerini ileri sürüyor.

Yapmayın beyler, bu dediklerinize kargalar güler. Şimdiye kadar yeryüzünde “dünya kulübü” olabilmiş de, onun bunun kıskancından göçmüş başka bir kulüp hiç görülmüş müdür !? Haydi Türkiye’de aleyhinize Ergenekon çeteleri kuruldu da sizinle uğraşıyor diyelim ; ya peki Dinamo Kiev’den iki maçta yenilen 8 golü de Türk Futbol Federasyonu mu organize etti !? Basketbol’daki flaş dünya yıldızı tranferiniz ne oldu ? Bakın bir çok aklıbaşında Beşiktaşlı, ki onlara gerçekten efsane Onursal Başkan Süleyman Saba dahil, “kulüp batıyor, bu kadar harcamanın, bu kadar borcun sonu felaket” diye haykırıyorlar. Onlar da mı Beşiktaş’ı kıskanıyor !?

Size ne Trabzonspor – Fenerbahçe kapışmasından, ona buna pislik atıp kendinizi aklayabileceğinizi mi sanıyorsunuz !? Yeryüzünde böyle yöneticileri olan bir “dünya kulübü” görülmemiştir. “Siz önce oturun da doğru dürüst bir özeleştirinizi yapın, hatalarınızın hesabını verin !” diyeceğim ama, artık bunun mümkün olamayacağı ne yazık ki ortada.

Bari daha fazla saçmalamayı bırakın da, kargaları koca "Kartal"a güldürmeyin artık !



İNSANLAR NE ZAMAN ANLAŞILIR ?


Yandaş çevresi bir insana sürekli “aman ne hoş ironi yapıyorsun !” (ya da daha cari bir ifade ile 'tatlı tatlı amma da güzel geçiriyorsun !') dedikçe, o insan da bir süre sonra artık her konuşmasında “ironi yapma” (ya da “tatlı tatlı geçirmeye devam etme”) mecburiyetinde hissetmeye başlıyor herhalde kendini ;  hani “aman benim oğlum pek güzel şiir okurmuş” diye annesi tarafından doldurulmuş küçük çocuğun, artık her rastladığına sevimli gözükmek için bağıra çağıra aynı şiiri okuması gibi ... 


Trabzonspor’un sevimli Başkanı da, yandaş efekti ile bu hale geldi maalesef. Son zamanlarda hep aynı sarkastik / alaycı tavırlarla sürekli ironi yaparak ona buna tatlı tatlı geçirmeye çalışıp duruyor. Oysa, her şeyin fazlası, her şeyin zorlaması zarar. Sevimli sandığı bu tavrı artık kabak tadı vermeye başladı ve sandığının tersine bir çok camiaya da son derece antipatik görünüyor. Özel hayatında kullandığı uslup kimseyi ilgilendirmez ama, başta kendi camiası olmak üzere, sözleri büyük taraftar camialarını ilgilendiren bir Başkan, sürekli espiri yaparak konuşmaya çalışmak mecburiyetinde değil. İroniyi, espiriyi yerinde ve yeterince yapmasına elbet kimsenin itirazı olamaz ama, bulunduğu makam bazen de ciddi, açık ve net konuşmaları gerektiriyor hiç şüphesiz. Yandaşlarının bu bahiste “ortamı germiyor” tezi de hiç geçerli değil. Tersine, bu tür alaycı konuşmalar ortamı daha çok geriyor. Oysa, ciddi, sakin ve düzgün bir konuşmanın ortamı germekle herhangi bir alakası olamaz. İnsanlar, bazıları dışa vurmasalar da, haklılığı ayırtetmeye muktedirdir.

Aynı şekilde ama Başkanı’nın tam tersi bir uslupla eski duruşunu bozup son zamanlarda sürekli konuşmaya başlayarak (ve bana göre kendi kişiliği ile çelişerek) kendini futbolun duayeni ilan eden Trabzonspor Teknik Direktörü de, Beşiktaş maçında yaşanan olaylardan sonra, kendi cezasını kendinin vereceğini açıkladı. Yazılı açıklamasından anlaşıldığına göre, şimdi hem sanığının, hem savcısının, hem avukatının, hem de hakiminin kendi olduğu kendi mahkemesinde, kendi kendini yargılamakla meşgulmüş. Karar çıktığında da sonucu kamuoyuna açıklayacakmış. E bir futbol duayenine de bu yakışır elbet !

Ligin birinci yarısının sonunda Fenerbahçe Teknik Direktörü’nün, Trabzonspor lehine verimiş olan iki penaltı kararına işaret eden konuşmasına haklı olarak büyük tepki gösteren Trabzonspor yönetimi, şimdi eleştirdiği bu tavrın bin beterini ortaya koyarak, Gençlerbirliği – Fenerbahçe maçının ardından zehir zemberek ifadelerle, Fenerbahçe Başkanı’nın, Kulüpler Birliği Vakfı Başkanlığı’ndan istifasını istedi. E hani Fenerbahçe’nin yaptığı yanlıştı, e hani Trabzonspor salt kendi futbolu ile ilgiliydi v.s, v.s. !? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu şimdi !? Üstelik bildiğim kadarı ile, Fenerbahçe Başkanı’nın Kulüpler Birliği Vakfı Başkanı olması için oy verenlerden biri de, yine bir şeker krizi sonucu ettiği istifasından onu caydırıp geri dönmesi için ikna çalışmalarına çalışanlardan biri de, Trabzonspor’un Başkanı idi.

Umarım, Trabzonspor’un sevimli Başkanı şimdi bu durumda medyanın karşına çıkar da, ne demek istediklerini bir kez olsun espri uğruna beyanat harcamadan, açık ve net olarak futbol kamuoyuna açıklar. Tabii öte yandan dileklerimden biri de, Trabzonspor’un Teknik Direktörü’nün, kendi hakkında bir an önce hiç değilse “tutuksuz yargılanma” kararı vererek, futbolun duayeni olarak kulübünün bu bildirisi hakkındaki düşüncelerini bizlerle paylaşmasıdır.

Trabzonspor benim çok beğendiğim bir takım. Uzun süreden beri ilk defa tekrar kendi kimliğine dönmeye başladığını ve bunda da en büyük payın Başkanı’na ve Teknik Direktörü’ne ait olduğunu düşünmüştüm. Önceki yazılarımda onlara yönelik övgülerimi bulabilirsiniz. Ancak şimdi insanların iyi zamanlarından ziyade zor ve sıkıntılı dönemlerinde daha iyi anlaşıldığı düşüncesine katılarak, o övgüler için “meğer daha beklemem lazımmış” diyorum.

Allah, Bursaspor Başkanı’nı ve Teknik Direktörü’nü korusun !

Gençlerbirliği 2 - Fenerbahçe 4


Fenerbahçe iki dandik ama iki de keyifli gol atarak Gençlerbirliği’ni yendi.

İlk gol, bu sezon hakem kontenjanınından pek yararlanmamış olan Fenerbahçe’ye hakem hediyesi olarak verildi. İkinci gol’de ise kaleci hatası, hakem hatasından daha ziyade idi.

Skor 0 – 2’ye gelince, artık rakibini kontrol etmenin bir faydası olmadığını anlayan Gençlerbirliği kendi futbolunu oynamaya, Fenerbahçe’de “maçı aldım” rehavetine kapılmaya başlayınca, iki güzel ve şanslı gol sonucu devre berabere sona erdi.

İkinci yarıda atılan Fenerbahçe golleri ise, takım oyununun bilinçli ürünleri ve görsellik açısından da üst seviyede gollerdi. Alex’in kusursuz asisti ile gelen üçüncü gol’ün öncesi ve son vuruş becerisinin ardından, oya gibi işlenerek hazırlanan dördüncü golün baştan sona mükemmel bütünlüğü, maçı ve liderliği tekrar Fenerbahçe’ye kazandırdı.

Ancak, 2 – 4’lük skora rağmen, salt Gençlerbirliği lehine özet görüntüler hazırlansa, maçı canlı izlememiş  Fenerbahçe taraftarının dehşete kapılacağına eminim. Bariz ofsayttan atılan ilk gol, verilmeyebilir bir penaltı, Gençlerbirliği’nin attığı iki gol, kaleci Volkan’ın olağanüstü başarı ile kurtardığı iki yüzde yüzlük gol pozisyonu, Fenerbahçe kalesinin direklerine isabet eden üç şut ...

Öte yandan, bu maç için salt Fenerbahçe leyhine bir başka özet görüntüler hazırlansa, taraflı tarafsız tüm futbolseverler, “yahu bu takımın Barcelona’dan ne farkı var !?” diyeceklerdir.

Fenerbahçe, bireysel olarak çok iyi futbolcuları bulunan ve takım olarak da çok iyi futbol oynama yeteneğine sahip bir takım. Ancak, bu yeteneğini maçların tamamına yayamıyor. Özellikle ligin ikinci yarısında oynadığı maçların kiminde 15 – 20 dakikalık, kiminde 30 dakikalık süreçlerde oynadığı futbola bakılınca, “ligin en iyisi”, ama aynı maçların içindeki uyuştuğu zaman süreçlerine bakıldığında ise, “vah vah, ligin lideri bu mu !?” dedirtebiliyor.

Fenerbahçe, objektif ölçülere göre, Gençlerbirliği’nden daha iyi bir takım. Maçın tamamında da, parça parça da olsa iyi futbol oynadığı süreçlerle maçı kazanmayı hakketti bence. Ama şans faktörü daha fazla Gençlerbirliği’nden yana olsa idi, sonuç aleyhine çok farklı da olabilirdi. Burada altının çizilmesi gereken husus şu ki : “Fenerbahçe rakibine bu şanları cömertçe verebiliyor”.

Ligin bugünkü aşamasına geldiğimizde, Trabzonspor’un, maçlarının büyük bölümüne yayabildiği hırsı ve takım sinerjisi ile, Fenerbahçe’nin, maçlarının ancak bazı bölümlerinde parça parça sergileyebildiği daha üstün yetenek kalitesi  yarışmayı sürdürüyor.

Benim görüşüm, Fenerbahçe sahneye koyabildiği “iyi futbol” parçalarını bütünleştirme yolunda ilerleyebilirse, şampiyonluğun tek adayı olabilir. Ama bu parçalı görüntüsü devam ederse, hep düşeş atmak mümkün olamayacağından, geçen sezon Bursaspor’un başardığını, ondan çok daha üstün durumda olan Trabzonspor’un bu yıl başarması  gayet normal bir sonuç olacaktır.



6 Mart 2011 Pazar

Kader Ajanları! Beşiktaş 1 – Trabzonspor 2


Bazen öyle maçlar vardır ki futbolun gerçekten hayatın bir yansıması olduğunu görürüz. En ufak bir hareket maçın gidişatını tersine çevirir ve ne olduğumuzu şaşırırız. Pazar akşamı İnönü’de oynanan mücadelesi yüksek ama kalitesi düşük maçta bir futbol karşılaşmasından beklenen herşey mevcuttu. Akıl almaz hakem hataları, kaçan net pozisyonlar, teknik direktör gariplikleri, kırmızı kartlar, seri çalımlar, uçan tekmeler ve kafaya rövaşatalarla dolu bir geceydi! İsterseniz hemen madde madde maçı ele alalım:

Maç Öncesi:

Futbolu renkli kılan unsurlardan en önemlisi takımlar arası rekabettir. Maalesef ülkemizde bu rekabet düşmanlığa dönüşüp üzüntü verici sonuçlar ortaya çıkarıyor. İlginçtir ki, daha 10 ay önce bütün Fenerbahçeli taraftarlar Bursa karşısında benzer bir maçta Beşiktaş’ı tutuyordu. Buna karşılık artık şampiyonlukta iddaası kalmayan Beşiktaş’ın taraftarlarının bir çoğu sırf Fener’e yaramasın diye takımlarının yenilmesini istiyorlardı…

İkinci yarının başlamasıyla beklenmedik bir şekilde puan kayıplarıyla liderliği kaptıran Trabzon’un en önemli özelliği hiç bir zaman oyun disiplininden kopmamalarıydı. Beşiktaş ise Schuster’in anlamsız taktikleri ve oyuncu seçimleriyle gittikçe bireysel performansa dayalı bir oyun sergiliyordu. Burada özellikle değinmek istediğim konu ‘ateşli’ taraftarın takıma gerçekten ne kadar yaradığını sorgulamak istiyorum. Takım iyiye giderken genelde pozitif etki olsa da, işler biraz tersine gitmeye başladımı Beşiktaşın da Trabzonspor’un da kendi sahasında daha kötü oynadığını görüyoruz. Bu kötü oyun ve puan kayıplarının bir çok nedeni olsa da, özellikle kendi sahasında ateşli seyircinin ters etki yaptığı bir gerçek. Beşiktaş’ın son 4 maçta, Trabzonspor’un ise son 3 maçta kendi sahasında puan kaybettiğini görüyoruz. Bir sloganı yarım saat boyunca tekrarlamak yerine maçın gidişatına göre tezahürat yapmak her zaman takıma daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

Beşiktaş’ın Sağ Kanatı ve Quaresma Faktörü

Oyundan önce Quaresma’nın bağırsak enfeksiyonu olduğundan dolayı kadroda olmaması Beşiktaş’a pozitif bir etki yaratıcağını düşünüyordum. Quaresma’nın yokluğunda topu ileriye taşıyan isimlerin çoğalacağını ve genellikle Guti’nin Simao’yu tercih edeceğini düşünyordum. Fakat yanıldığım konu Hilbert – Ekrem ikilisinin sağkanatta topluca ileriye çıkıp aynı Quaresma’nın oynadığı maçlardaki gibi sağ kanatı boş bırakmasıydı. Fenerbahçe Dia ile, Trabzonspor Burak ile sürekli Beşiktaş’ın sağ tarafından akınlar gerçekeştirdi maç boyunca ve Schuster haftalardır bu soruna bir çözüm bulamıyor.

Tolga Özkalfa – ‘Hakem haklı değil beyler!’

Öncelikle belirtmek istediğim belirli istisnalar dışında hakemlerin maçın sonucunu belirleyen faktör olduğuna inanmamdır. Fakat bu maç kesinlikle istisnalardan biriydi. Şu ana kadar Tolga Özkalfa’nın ‘güzel yönetti’ diyebileceğim bir maçını hatırlamıyorum. Hangi takımın maçı olursa olsun Özkalfa her zaman saç baş yolduran ve bir çok şeyin önüne geçen hatalara imza attığını defalarca görmekten sıkılmamak mümkün değil! Trabzonspor’lu Giray’ın Bobo’ya attığı Mortal Kombat usulü uçan tekmeye önce avantaj verip sonra kart dahi göstermemesi inanılır gibi değildi. Giray kupa maçında Ersan’ın sakatlanmasında da ön plandaydı; hakemlerimizin bu tür oyuncuyu sakatlama uğruna yapılan darbelere hemen önlem alıp cezalandırmaları gerekiyor.

Tolga Özkalfa’nın kartlarında hiç bir anlam ya da standart yoktu diye biliriz. Serkan Balcı ve Sivok’un atılmasında kartlar doğruydu, ama maçın sertliğini asla kontrol altına alamadı. Ofsayt pozisyonları tartışılır ama Burak’ın (her ne kadar kendisine güvenilmese de) Rüştü tarafından uzmanlıkla yere düşürülmesi net bir penaltıydı. Bu maçta Schuster ya da Şenol Güneş’in yerinde olsaydım daha birinci yarı bitmeden çoktan tribüne yollanmıştım.

Schuster Schuster Schuster…..

İki takımda ilk yarı kolaylıkla yarı sahayı geçiyordu. Herşeye rağmen Fernandes’in oyununu çok beğendim, Guti ve Simao’ya yardımları Beşiktaş’ın kolaylıkla rakip 10 kişi kaldıktan sonra baskı kurmasına yol açıyordu. Topu iki yönlü oynayabilen kaliteli bir futbolcu Fernandes. İkinci yarı onu çıkarıp Nobre’yi alması ve üstüne Bobo’yu çıkarıp Almeida’yı almasını gerçekten şaşkınlıkla izledim.

Tam Beşiktaş golü attı maç bitti derken 5 dakika geçmeden duran toptan golü yedi ve 10 kişi kalarak herşeyi eşitledi. Futbol öyle bir oyun ki, 5 dakikada bile oyunun kaderi değişebiliyor ama değişmesine izin vermek de oyuncuların elinde. İkinci yarı başladığından beri Beşiktaş yaklaşık 3 duran toptan bir tanesini mutlaka yiyor. Bu kadar zamandan sonra oyuncu paylaşımını beceremeyen bir defans ve buna önlem almayan bir teknik kadroyu anlamak mümkün değil!

Son Gülen İyi Gülermiş – Burak Drogba

Burak Yılmaz gelecek vaadeden ama İstanbul takımlarının hiç birinde isteneni veremeyen bir futbolcu olarak hafızamızda kalacaktı. Fakat Şenol Hoca’nın Trabzon’a dönüşünden beri en büyük başarısı bu oyuncudan çok önemli bir forvet yaratması oldu. Bitmek bilmeyen hırsı ve gücü Burak’ı bu sezon rakip takımların korkulu rüyası haline getirmeye devam ediyor. Maçın skorunu belirleyen üçüncü golde iki defans oyuncusu arasından savaşarak topa vurması Drogba’nın gollerini hatırlattı. Trabzonspor’un son 3 deplasmanında gerilerden gelerek maçı kazanmasında Burak’ın payı büyüktür.

4 Mart 2011 Cuma

Alex'in Çoçukluk Kahramanları

                              Michael Laudrup


Arthur Zico


Diego Maradona


ŞAKA GİBİ !



Milyonlarca suçsuz ve günahsız insanın bloglarına girme hakkını engelleten ve buna rağmen kanallarında hala “biz masumuz” safsatasını sürdüren Digitürk, gazetelere tam sayfa verdiği boy boy ilanlarla müşteri arıyor. Sloganı da ne biliyor musunuz : “HAYALLERİNE DOKUN”.

Şaka gibi doğrusu ! Sen hele önce milyonların  “HAYALLERİNE DOKUNMA” da, bunu söylemeye yüzün olsun ...

3 Mart 2011 Perşembe

“DİGİ ......!?” YÖNETİCİSİNE AÇIK MEKTUP





Aziz Kardeşim,

Yöneticisi bulunduğun kanalda, emrin altında çalışan hanımefendinin ağızına tuttuğu mikrofon aracılığı ile tek kale oynarak, sayenizde blogları elinden alınmış günahsız kamuoyuna verdiğin“hukuk” derslerini dikkatle dinledim. Eğitimin nedir bilmiyorum ama, halinden, tavrından, Bernd Schustervari edandan, arka planında görüntülettiğin şirketinin varsıl görüntülerinden, mutlaka önemli bir şahsiyet olduğun hiç şüphesiz. Ama benim hem bir “hukuk diplomam” olduğu için, hem de sayenizde mağdur edildiğim için, söylediklerin hakkında yorum yapma hakkımın bulunduğunu düşünüyorum.

Hemen baştan söyliyeyim ki, dediklerinin hiç birine katılmıyorum. Söylediklerin, eski tabirle “mugalata”, yeni tabirle ise “temelsiz ve anlamsız boş laflar”dan ibaret !

Kanuni Süleyman edası ile 400 avukat ve 400 uzman ile “yasa dışı işler yapanlara karşı” savaş açtığınızı söylüyorsun. Helal olsun ve dahi gazanız müberek olsun ! Her kim ki yasa dışı bir halt karıştırıyor ise, hem allahtan, hem de hukuktan tez elden cezasını bulsun. Buna sen ve şirketin vesile oluyor ise, allah sizden de razı olsun ki, ben ve benim gibi düşünen milyonlar arkanızdadır hiç şüpheniz bulunmasın güzel kardeşim !

Buraya kadar tamam ama, peki senin ve şirketinin bu mübarek savaşında taraf olmayan, hatta sizi destekleyen ve hatta müşteriniz olan benim gibi milyonlarca masum insanın yok yere cezalandırılmasına, canlarının yakılmasına ne diyeceğiz !? Belli ki, halen oturduğun koltuğu ve o koltuğu güzel bir maaş ile sana kullandıran sahibini korumak dışında, başkalarının hukuku seni hiç ırgalamıyor. Size göre biz, olsa olsa sizin kutsal savaşınızdan seken kurşunlarla telef olmuş “eğitim zayitları”ndan ibaretiz herhalde !

Akıl vermek gibi olmasın ama, senin şifreli naklen yayınlarınızı birileri çalıyor ise, avukat ve uzman sayısını onda bir’e indirip, tasarruf edeceğiniz paralar ile “yürütülmesi mümkün olamayacak” şifreli yayın yapmanın teknolojik yollarını bulsanız daha iyi olmaz mı !? Şayet beceremiyor iseniz de kabahat bizde mi !? Yok eğer derdiniz “naklen yayınlardan sonra görüntülerin yayınlanması” ise, zaten başta TRT, bir çok açık kanal bu görüntüleri yayınlıyor. Oynanmış bitmiş maçların görüntüleri nedeniyle “pire için yorgan yakmaya” değer mi !?

Her ne ise, “hamama giren terler”miş, bunlar sizin meseleleriniz. Ama ben ve benim gibi size en ufak bir yamuk yapmamış milyonlarca insan, neden sayenizde cezalandırılıyor !? Hukuk, hak demektir, haklar demektir be kardeşim, üç beş haşaratı yok etmek için koca bir ormanı yakmak hiç hak olarak kabul edilebilir mi !? Oradaki diğer canlıların günahı nedir !? Cevabı ben vereyim sana mühüm kardeşim ; bu hak değil, olsa olsa hakkın kötüye kullanılmasıdır.

Ortaya çıkan sonucun adil olmadığını senin de kabul ettiğin kestiğin kelamların satır aralarından anlaşılıyor. Ama bu olumsuz sonucun sorumluluğunu, “google” gibi, “blogspot” gibi başka şirketlere yüklemeye çalışıyor ve şirketinin günahsız olduğunu söylüyorsun. Ama haksızlık haksızlıktır aziz kardeşim ve haksızlığın büyüğü küçüğü de olmaz. Eğer ortada haksız yere mağdur edilmiş milyonlarca insan var ise, buna sebep olanların cümlesi de bundan dolayı sorumludur.

Bana ne Google’dan moogul’dan ! Bu kararı aldıran ve milyonlarca günahsız Türk Vatandaşı’nın mağduriyetine sebebiyet veren sen değil misin, senin şirketin değil mi !? Dişinizi Google’a geçiremeyince cezayı bizlere kestirenler, hesabı bize ödetenler siz değil misiniz !? Yoksa yeni bir uygulama başladı da, hakim durup dururken kendi kendine mi karar veriyor !?

Bize “gidin onların kapısına, derdinizi onlara anlatın !” diyorsun. Senin kimlik kütüğünde de Türk Vatandaşı, şirketinin unvanında da “Türk” yazılı değil mi !? Biz vatandaşız yani kardeşim, üstelik bir çoğumuz da şirketinin müşterisiyiz. Bizler “Google”ın, “blogspot”un umurunda olmayabiliriz, ama “senin elinle şirketinin attığı taş” incitmez mi sanıyorsun bizi !? Bizi kendi vatandaşımız olan senin gibi değerli kardeşlerimiz düşünmedikten sonra, elin yabancısı niye düşünsün !? Hele 400 avukat ordusuna sahip senin ve şirketin gibi güçlüler bunlara diş geçiremiyor ise, bizim gibi böcekler ne yapabilir ki !? Baksana o büyük gücünüz ancak kendi vatandaşınıza yasak getirmeye yetebilmiş, oysa eliniz değmişken Google’ı dünyada yasaklatabilseydiniz keşke ! Hiç şüphesiz ki, bu durumda milli sınırlarımız dışında yine yayınlarız meraklıları tarafından yürütülmeye ve izlenmeye devam edecektir.

İşte senin anlattığın ve uygulamaya koydurtmayı başardığın “hukuk”, kısaca “dişi dişine geçene” hukukundan ibaret. Ama iyi bilesin ki, insanların vicdanında ne sen, ne de şirketin bu sorumluluktan yırtamayacaktır güzel kardeşim !
 
Şimdi  yücelerdeki makamında iken bizleri uğrattığın mağduriyet umurunda olmayabilir ama, senin verdiğin örnekten gidersek, mesela şayet bir gün oturduğun apartmanda bir başkası suç işledi diye seni suçsuz yere cezaevine tıksalar, ya da komşu kanalda suç işlendi diye senin kanalını da haksız yere yasaklasalar, acaba o zaman da aynı tavırlarınla yükseklerden bakarak bu nutukları attırabilir miydin !? “Şeriatın kestiği paramak acımaz” derler ama, ya “şeriat” suçlunun parmağının yerine maazallah senin bir organınını kesiverse yine de canın yanmaz mıydı dersin !?

Bak sevgili kardeşim, durum şudur ki, sen şirketinin çıkarları uğruna, milyonlarca düzgün insanı mağdur etmiş bulunuyorsun. İşin daha da vahimi, üstelik bunu kendine hak olarak görebiliyorsun. Kendi canını koruyacağım diye, dünya kadar masum insanın canı alınabilir mi !? Böyle bir durum hiç hak diye kabul edilebilir mi !?

Ama günahsız milyonları mağdur ederek hak elde etmenin kimseye bir faydası olmayacağını iyi bil sevgili kardeşim. Hele de, “hukuk”un,  sadece 400 avukatından birinin bir mahkemeden almayı başarabildiği bir karardan ibaret olduğu yanılgısına düşüp de onun arkasına saklanmaya çalışma sakın. Geniş anlamda “hukuk”, insan haklarıdır, insanlığın ortak vicdanı, ortak değerleridir. Tabii bunu anlayabilenlere !

Aldırdığınız “yasaklama” kararı sana ve şirketine hayırlı, uğurlu olsun ! Bundan ne fayda elde edeceksiniz bakalım !? Haksız yere canının yanmasına sebebiyet verdiğiniz milyonlarca insanın ahını alırken, bundan sonra şirketinizin itibarının yükseleceğini, marka değerinin artacağını düşünmüyorsunuzdur umarım !

Senin umurundadır veya değildir aziz, güzel ve muhterem kardeşim ama, ben seni ve şirketinin ismini kafamda yazılması gereken çok mutena bir yere, bir güzel yazdım. Seni temin ederim ki, milyonlarca insan da benim gibi yapmıştır.

Güzel bir atasözümüz vardır bilirsin : “KESER DÖNER SAP DÖNER, GÜN GELİR HESAP DÖNER”

Pirus zaferiniz kutlu olsun !

Derin saygılarımla ...

1 Mart 2011 Salı

Marsyas’ın Not Defteri 02.03.2011


Öncelikle Midas’ın Krallığı olarak Blogspot’un ülkemizde yasaklanmasını kınadığımızı ve bu tür uygulamaların internet kullanıcılarının haklarını çiğnemek dışında hiç bir faydası olmadığını belirtmek isteriz. Bir kaç taraftarın bilinçsiz davranışları yüzünden saha kapatılması ne kadar anlamsız ise, bir kaç blog sahibinin illegal uygulamaları yüzünden insanların saatlerce emek verdiği sitelerin hepsini yasaklamak bir o kadar anlamsızdır. Maalesef bulunduğumuz teknoloji çağında, sanal dünyada yaşananlar gerçek dünyadan daha fazla olmaya başladı. Bu hızla gelişen akımı bir düzene sokma ve kişisel hakları koruma açısından hiç bir hükümet yeterli kanunları belirlemiş değil. İstediğiniz dijital ürününü bedavaya bulabileceğiniz bir internet ortamında, şirketlerin hiç bir sonuç getirmeyen kapatma uğraşları yerine, farklı gelir kaynakları bulmaları kendilerine çok daha faydalı olacaktır. Görünüşe gore daha çok başımız bu konuda ağrıyacak.

Midas’ın Krallığı’nın evi Blogspot’tur ve hiç bir zamanda bu değişmeyecektir. Fakat bu sıkıntılı yasaklama döneminde okurlarımızın yazılarımıza daha kolay ulaşabilmesi için wordpress üzerinden blogumuzun kopyası olan midaskral.wordpress.com adresini açmış bulunuyoruz. Yeni yayınlanan yazılarımıza artık iki adresten de ulaşabileceksiniz.

Gone With The Wind (Rüzgar Gibi Geçti) – İBB 3 – GS 1



Galatasaray hakkında uzun süredir yazmıyordum. Açıkcası yazmaya ve eleştiriye değer bir konu bulamıyordum. Galatasaray’da o kadar sorun var ki, sihirbaz Aref bile kutunun içinden bir çözüm çıkaramaz. Hani müzik çalarlarımıza bağlı olan kulaklıkları çözmek için ömrümüzün yarısını harcarız ya, Galatasaray o kadar karışmış ki hangi tarafından çözülmeye çalışılsa işler daha fazla karışıyor. Bu takımda ‘Türk Messi’ Arda kaptan vardı, aylardır ortalarda yok ve sağlık durumu hakkında net bir açıklama bulunmuyor. Geçen sezonun Bundesliga assist kralı ne olduğu belirsiz bir şekilde, parmakla sayılacak kadar maç oynamadan, Rusya’ya gönderildi. Devre arasında 8 milyon Euro harcanıp şu ana kadar takıma hiç bir faydası olmayan futbolcular alındı. Bu kadar karmaşık ve aynı zamanda korkunç bir tabloyu Tim Burton bile yazamazdı.

Böyle bir ortamda oynanan İBB – GS maçında rüzgar ön plandaydı. Olimpiyat Stadı’nı yapanların ciddi anlamda kafaları karışmış olsa gerek. Bu kadar büyük ve önemli turnuvalar için yapılmış bir stadın yapılışinda rüzgarın kayda alınmaması büyük bir hayal kırıklığı. İlk yarıda Baros’un attığı golle öne geçtiği maçta, rüzgarıda arkasına alarak tam 3 gol atarak maçı üstün bir şekilde kazandı. Galatasaray bu maçla 11. mağlubiyetine ulaştı ve kendi rekorunu kırmış oldu. Fatih Terim’in 1996 – 2000 döneminde toplamda 12 mağlubiyet alan Galatasaray’ın, daha bir sezon bitmeden 11 mağlubiyetle 10. sırada bulunmasını rüyalarımızda görsek İnception filminde olduğumuzu zannederdik.

Kocaman Alex Fenerbahçe 2 – Kasımpaşa 0



Hafta sonu Twitter üzerinden Alex ile konuşma fırsatı yakaladım. İki merak ettiğim soruma cevap verdi. Birincisi hep eski yıldızların günümüz futbolunda nasıl oynayacağı hakkındaydı. Pele şu anda oynasaydı aynı başarıyı kazanırmıydı soruma evet dedi. Futbol tarihinin en önemli isimlerinden Pele, Maradona, Platini ve Beckenbauer gibi isimler çok farklı bir futbol ortamında efsane olmuşlardı. Bu isimlerin günümüzün fiziksel futbolunda nasıl oynacağı benim için hep bir merak konusu olmuştur. İkinci sorum ise çocukluğunun futbol kahramanları üzerineydi. Bu soruma da Zico, Laudrup ve Maradona olarak cevap verdi ve bir kere daha Zico’yu saçma bir soyunma odası kavgası yüzünden gönderilmesinin ne kadar yanlış bir karar olduğunu anladım. Şu anda Alex gerçekten kocaman bir Alex gibi oynuyor, ama Zico döneminde Avrupa’da en verimli oynadığı sezonuda unutmamak gerek.

Fenerbahçe’yi Kasımpaşa karşısında çok eleştiren oldu. Fenerbahçe belirli dönemlerde fiziksel olarak düşüş yasa da, maç boyunca oyun disiplininden kopduğunu düşünmüyorum. Burada önemli bir not olarak Emre’nin milli takım ve sakatlıkta sonra aynı formu tutturamadığını söylemek lazım. Mehmet Topuz Kayseri karşısında o mevkiide gerçekten Emre’yi aratmamıştı. Bu kadar çabuk ilk on birde oynatmak biraz aceleci gibi geliyor. Aynı şeyler Gökhan Gönül için söylenebilir. Kasığında bir yırtık olan futbolcuyu iğneyle oynatmanın tek nedeni alternatifi olmamasıdır. Fakat Okan Alkan gibi oyuncular bu gibi durumlarda kullanılmayacaksa ne zaman kullanılacağını merak ediyorum...

Not: Bu hafta Siradan Bir Blog’a konuk oldum. Bana gösterdikleri misafir perverlik ve ilgi için kendilerine çok teşekkür ederim. Ropörtajı burdan okuyabilirsiniz: http://srdnbr.blogspot.com/2011/02/cem-krgz-midasn-krallg-sradan.html