Çok eskilerde, şehirlerin ruhları olduğuna inanılırmış. Savaşlarda zorlukla fetih edilen şehirler, bir daha dirilmesinler diye, sabanla dışarıdan merkezlerine doğru sürülürmüş. Nitekim Romalılar tarafından ele geçirilen Kartaca öyle bir sürülmüş ki, bir daha dirilememiş.
Şehirler gibi, sporun da, kulüplerin de ruhları var. Ama bir tarafta da onları Kartaca’ya çevirmeye çalışan, eli sabanlı, içimizdeki “Romalılar” !
Bir sezon daha geride kaldı. Sadece futbol takımı değil ama, bir spor kulübü olarak değerlendirildiğinde, Fenerbahçe’nin rakiplerine nazaran açık ara önde olduğu bir gerçek.
Bu fark, futbol takımı bu sezon şampiyon olamasa idi dahi, değişmeyecekti.
Nitekim, son şampiyonluğuna rağmen, kulübün gelişimi futbol takımının başarısına henüz çok belirgin olarak yansımış değil.
Ancak, sağlıklı hale getirilmiş ekonomik yapısına, sürdürülebilir sağlam gelir kaynaklarına, ülkenin her tarafına yayılmayı sürdüren çok kaliteli tesislerine, yurt dışına taşmış taraftar derneklerine, Fenerium mağazalarının başarılarına, sporun bir çok dalına verilen öneme ve elde edilen sonuçlara bakılınca, Fenerbahçeliler’in geleceğe uzun vadelerde hep artan ümitlerle bakmaları en doğal hakları.
Eski günlerde Fenerbahçe’yi temsilde kendinde en fazla hakkı gören ve her biri yönetim kavgalarında çıkar karşılığı kullanılan rahatsızlık verici barbar taraftar grupları da dağıtıldı.
Bakımsız ve kirli bir ortamda siz de sigaranızın izmaritini yere atmakta beis görmezsiniz ; ama kaliteli ortamlar, insanların davranış kaliteselerini de getirir beraberlerinde. Bu bağlamda Fenerbahçe tribünlerinin kalitesi de artmaya başladı. Tümü ile ortadan kalkmış olmasa da, galiz küfürler, sahaya yabancı cisimler fırlatmalar, kırıp dökmeler giderek azalıyor. Daha çok kendi takımını desteklemeye yönelik, bir şenlik havası ağır basmaya başladı Fenerbahçe tribünlerinde. Küfürler, kaba tezahüratlar, çoğunluk tarafından ıslıklanıyor, onların yerini daha çok nükteli, eğlenceli tezahüratların almaya başladığı görülüyor.
Fenerbahçe’de yönetim sıkıntıları da görülmüyor yakın gelecek için. Ali Koç gibi taraftarın beğendiği, genç, uygar ve iyi yetişmiş yöneticiler, Aziz Yıldırım’dan sonrası için de ümit veriyorlar.
Hasılı Fenerbahçe, bu günkü görüntüsü ile, yurt içinde gerçek bir ulusal “kitle kulübü”, yurt dışında da uluslararası önemli bir kulüp olma yolunda düzgün adımlarla sürdürüyor yürüyüşünü.
Öte yandan, tarihi bir gerçek olarak, İstanbul’un 3 büyük takımı karşısında rekabete ister istemez çok gerilerden katılmak zorunda bırakılan bir çok yerel takım / Anadolu takımı, sınırları son senelerde biraz olsun genişletilen imkanlarını en verimli şekillerde değerlendirerek, son derece saygı duyulacak mücadele örnekleri vermeye, futboldaki yarışmaya çok güzel yeni renkler katmaya başladılar. Geçen sezonun şampiyonu, bu sezonun üçüncüsü Bursaspor gibi, Gaziantepspor, Kayserispor, Eskişehirspor, Karabükspor gibi.
Bu gün ciddi sıkıntılar yaşayan ve taraftarı olalım veya olmayalım, bizlere de bu sıkıntılarını fazlasıyla yansıtan kulüplerimiz ise, geçmişleri ve taraftarları ile büyüklükleri tartışma götürmez olan, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’dur.
Beşiktaş Kulübünün başkanı Süleyman Seba, Fenerbahçe’nin bugün kulüp olarak başardıklarını, çok daha önceki yıllarda görmüş ve başarabilmiş ilk kulüp başkanıdır.
16 yıllık başkanlık sürecinde, kendine en önemli hedef olarak, gelecekte de Beşiktaş’ın kimliğini koruyabilmesi için, Kulüb’ün sağlam ve sürekli gelir kaynaklarına kavuşturulması suretiyle, paralı insanlara muhtaç olmaktan kurtarılmasını koymuştur.
Kendi ifadesine göre, bu başarıldığı taktirde, Beşiktaş, sırf ekonomik sıkıntılar nedeniyle, “Beşiktaşlılık normlarına uygun olmayan kişilerin sırf para güçlerinin esiri olmak ve onların kişisel menfaatleri ya da değerlerine göre devşirilerek kendi öz kimlik değerlerinden uzaklaştırılmak” tehlikesinden kurtulacaktır.
Beşiktaş’ın efsane Başkan’ı, bu hedefini olağanüstü bir çalışma ve başarı ile gerçekleştirmiş ve 1980’lerin başında maddi yönden son derece sıkıntılı olan kulübü, 16 yıllık yönetimi boyunca tesis zengini ve maddi açıdan varlıklı bir kulüp haline gelmiştir.
Süleyman Seba, Başkanlıktan ayrılış konuşmasında, ulaştıkları durumun altını şu sözleri ile çizmiştir : “Beşiktaş, artık ne dedikodulardan medet umacak kadar güçsüz, ne de gerçek dışı bazı şeyleri ‘Beşiktaşlılık’ diye etrafa empoze etmeye çalışanların himayesine muhtaç olacak durumdadır.”
Ancak bu değerli Başkanın kulübüne bıraktığı maddi ve manevi miras, aradan geçen on sene zarfında tam anlamıyla har vurulup harman savrulmuş ve Beşiktaş Kulübü bugün, onun en korktuğu tehlike ile, paralı insanlara muhtaç olmak tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Kulübün bu gün 300 milyon liranın üzerinde olan toplam borcunun 81 milyon lirası Başkanına, 10 milyon lirası da bir yönetim kurulu üyesinedir ve ne yazık ki Beşiktaş bu gün, “gerçek dışı bazı şeyleri ‘Beşiktaşlılık’ diye etrafa empoze etmeye çalışanların himayesine muhtaç” durumdadır.
UEFA kupasını ve ardından da Süper Kupayı kazanarak, ülkemize futbolda en büyük uluslararası başarıları getirmiş olan Galatasaray Spor Kulübü ise, bu başarılarından sonra beklenen daha da büyük atılımları gerçekleştirmek yerine, adeta frene basmış ve son 10 yıldır büyük mali sıkıntılarla boğuşarak, bu gün neredeyse iflas etme noktasına gelmiştir.
Kulüpte önemli yöneticilik görevlerinde bulunmuş yılların Galatasaraylıları, kongrelerinin seçmiş olduğu Başkan ve yöneticilerini kastederek “Galatasaray bu ise, bunlar Galatasaraylı ise, ben artık Galatasaraylı değilim !” derken, Kulübün Başkanı da “hayretler içindeyim, artık Galatasaraylıları tanıyamıyorum !” diyebilmektedir.
“Türkiye’nin batıya açılan kapısı” olarak nitelendirilen “Galatasaray kültürü”, bu gün kulübünün kurtuluşu için, kulübün başına en paralı üyesini, futbol takımın başına ise, daha bir kaç yıl önce memnun kalmayarak gönderdikleri eski teknik direktörlerini getirmektekten başka çare bulamamıştır.
Gerçek bir “Karadeniz sinerjisi” olarak doğan ve bu sinerjisini yaratan dayanışması ile ligde bir zamanlar fırtına gibi esen Trabzonspor ise, zaman içinde yavaş yavaş kendi özüne yabancılaşarak, eski gücünü kaybetmeye başlamıştır. Artık o eski şiddetli fırtınanın yerini, sadece arada bir kuvvetlice esmeye çalışan sıradan bir rüzgarın aldığı ortadadır. Son 27 yıl zarfında, biri 1996 yılında, diğeri bu yıl olmak üzere iki kez, ocaktan yetişme Şenol Güneş’in gayretleri ile zirveyi zorlamış iseler de, her ikisinde de Fenerbahçe engeline takılmışlardır. Bu günün Trabzonsporu’nun, 1975 -1985 yılları arasındaki Trabzonspor’dan daha ileride olduğunu iddia edebilmek mümkün değildir.
Sonuç olarak, son 10 yıldır Fenerbahçe Spor Kulübü hamle üzerine hamle yaparak olumlu yolda ilerlerken, rakipleri olan 3 büyük kulüp ise, bir zamanlar yakalayabildikleri önemli seviyelerden, gittikçe aşağılara doğru inmektedirler.
Sıkıntı yaşayan kulüplerimizin taraftarları, özellikle de Fenerbahçe’nin kulüp gelişimini futbol takımına da yansıtması halinde, gelecekte futbol rekabetinde geriye düşmenin haklı endişesini taşımaktadır.
Öte yandan, ülkemizdeki “Spor Kulüpleri”, kimsenin şahsi malı değil, tersine “kamu yararına faaliyet gösteren dernek” statüsünde olmalarına rağmen, kamu adına onlardan hesap soran bulunmadığı için, başkan ve yöneticilerinin “kendi yararlarına” faaliyet göstermelerine herhangi ciddi bir engel bulunmamaktadır.
Bu nedenle, başarısız yöneticiler için kendi beceriksizliklerini gizlemelerinin en kolay yolu, başkalarına, özellikle de başarabilmiş olanlara saldırmak, onları karalamaya çalışmaktır.
Onların bu yöntemi, bilinçsiz taraftarlara, “yansıtma” yolunu açmaktadır. Psikoloji’nin belirgin bir kavramı olan “yansıtma”, insanların gerçeklerle yüzleşerek çözümleyemediği ve kendilerini sürekli rahatsız eden kaygılarından, sıkıntılarından, acılarından, “başkalarını suçlayarak” kurtulmaya çalışma davranışlarını ifade eder. Bu davranış biçimi, elbet gerçek problemi çözemeyecek, hatta çözümden daha da uzaklaştıracak “sağlıklı olmayan” bir davranış biçimidir ve sonunda, başarılıya karşı öfke, nefret hatta derin düşmanlıklara varan aleyhtarlıklara neden olur.
Bu gün, farklı kademelerde yükselen Fenerbahçe aleyhtarlığının tek sebebi bu olmasa da, ana teması budur.
Aynı mahallede yaşayan komşular arasındaki yaşam seviyesi giderek farklılaşıyor ise, bir tarafta bir grubun refahı ve geleceğe yönelik umutları hızla artarken, diğerleri gelecek kaygısı içinde aşılması güç sıkıntılarla boğuşuyor ise, bir de buna, sıkıntıların sorumlulularının kendilerini aklamak adına yaptıkları tahrikler ve provokasyonlar ekleniyor ise, o mahallede eski huzurun kalmaması olası ve tarafların birbirlerine karmaşık duygularla bakması da kaçınılmazdır. Bunların içinde, kişilerin olgunluk seviyelerine göre, saygı, takdir, özlem, anlayış, hoşgörü, gibi olumlu duygu ve davranışlar bulunabileceği gibi, kibir, şımarıklık, kıskançlık, çekemezlik, öfke ve nefret gibi olumsuz duygu ve davranışlar da yer alabilecektir elbet.
Bu duyguları besleyecek, derinleştirecek, hatta birbirine dönüştürecek olan davranışların sorumluluğu elbet karşılıklıdır ama, bu sorumluluğun öncelikle ve ziyadesiyle birincilerin omuzlarında olduğu gerçeği de asla unutulmamalıdır.
Başkalarını aşağılamadan başarıyı taşıyabilmek, başarılıyı aşağılamakla kıyaslanamayacak kadar yüksek bir insani değerdir. Gerçekten “büyük” olabilmek, ancak, “ne oldum delisi” olmamakla, varlığı ile övünüp başkalarına yukarıdan bakmamakla, komşuyu rahatsız etmeden eğlenebilmekle, acısı, sıkıntısı olanla hiç bir zaman dalga geçmek küçüklüğüne düşmemekle mümkün olabilir. Ancak bu başarılabildiği takdirdedir ki, başarı ve onun sevinci, başkaları tarafından da saygı ile karşılanmayı hak edebilecektir. Zaferin taç’ı, en fazla onu taşımasını bilenler kadar değerlidir.
Yanlışların en büyüğü, en korkuncu ise, mahalleyi bölüp parçalamaktır. Birbirini “öteki” ilan edip, düşman kamplara çekilmektir. Hayat, hiç şüphesiz ki, bütün renkler bir arada olabildiği sürece, hep birlikte ve insanca, birbirimizi kırıp dökmeden yaşayabildiğimiz sürece güzeldir. Yoksa, herkes gökkuşağının bir rengini çekip kendine alırsa, ortada gökkuşağı mı kalır !?
Bir avuç münasebetsiz ve onların tahriklerine kapılanlar ipe sapa gelmez bir takım laflar etti diye, biz niye mahallemizi bölecekmişiz de, sadece kendi kendimize yetecek mişiz !? Birlikteliğimizin zenginliğinden, güzelliğinden neden mahrum kalacakmışız !? Olacak şey mi bu !? Bu saçma mantık, bizi çok daha üstün ortak değerlerimizde de bölünmeye, parçalanmaya götürmez mi !? Ne yani, vatanımız allah vermesin tehlikeye düşse, biz onu sanki hep birlikte omuz omuza değil de, ayrı ayrı gruplar halinde mi savunacağız !?
“Biz bize yeteriz !”deki “biz”, hepimizi kapsamalı. Yoksa inanın ki, öbür anlamdaki bölünmüş, ayrışmış “biz”, asla bize yetemeyecektir, zaten yetmemelidir de. Fazla ileri gitmeden, size hemen bu mütevazi blog’umuzdan örnek vereyim : Beşiktaşlı Sinan, Muhammet, Galatasaraylı Ahmet, Göztepeli Mert, Adana Demirsporlu Abdullah, Fenerbahçeli Taner …….., hasılı değişik renklere gönül vermiş hepsi birbirinden güzel dostlar şayet burada bir arada olamasalardı, buradaki bir yazıyı, bir sohbeti hep birlikte paylaşmasaydık, o zaman bu bloğun, ne tadı, ne tuzu, ne lezzeti, ne de herhangi bir anlamı mı kalırdı !?
Aman ha, oyuna gelmiyelim Sevgili Dostlar ! Mahallemizi böldürmeyelim. “Biz”, yani “hepimiz”, ancak birbirimizle var olabilen, birbirini tamamlayan, büyük ve güzel bir bütünün parçalarıyız, parçayı bütünden asla ayırmaya kalkışmayalım. Kavgamız sakın birbirimizle olmasın ama, gelin, farklı renklere gönül vermiş olsak da, tüm kulüplerimizin bizim kulüplerimiz olduğu ve rakiplerimiz de bizim kadar güçlü olamadığı taktirde rekabetin hiç bir anlamının kalmayacağı bilinci ile, o eli sabanlı münasebetsizler her nerede bulunuyor iseler, onlara karşı hep birlikte omuz omuza mücadelede edelim.
Aksi taktirde ortada ne bütün kalacaktır, ne de parça, inanın !
O.K.