“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıkların söküp atacak ya da hendeği dolduracak, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu !”
Jean Jacques ROUSSEAU
Üniversitelere, otellere, sinemalara, alışveriş merkezlerine üst baş araması yapılmadan girildiği, hava alanında perona kadar çıkılarak yolcu uğurlandığı ve karşılandığı günlerdi. Bankalarda silahlı adamlar bulunmazdı. Bugünkü “Spor Toto Süper Ligi” nin adı da “Milli Lig” idi.
3 Büyüklerin maçları, bu gün adı “Fi Yapı” olan “Mithatpaşa” stadyumunda oynanırdı. Şehrin ortasında, şehrin bir parçası olan Stadyum kimseye ait değil ama, herkese, hepimize aitti. Zemini bozuktu ama, o zeminde top koşturan “Ordinaryüs”ümüz de vardı, “Taçsız Kral”ımız da, “Bombacı”mız da. Milli Takımımızı bir “Baba” yönetirdi.
O zamanlar, her şeyi tüketme kültürü beyinlere henüz böylesine pompalanamamış, stadyumlar, maddi ve manevi tatminsizliklerin boşalım merkezlerine dönüşmemişti.
Derbi maçları, kimsenin tekelinde değildi. Kimsenin, diğerini “ötekiler” olarak görüp, onlara çelik kafesler içinde kontenjan ayırma ayrıcalığı bulunmazdı. Taraftarlar tribünleri -arada sırada ufak tefek itişmeler olsa da- kavgasız gürültüsüz paylaşır, stadyum rengarenk bir bayram yerine dönerdi.
Taraftarlar, stadyuma ölmeye, bela bulmaya değil, maçı izlemeye ve keyif yaşamaya gelirlerdi. Tribünlerde yüzlerce polis, taraftarların arasında güvenlik şeritleri oluşturmazdı.
Tezahüratlar, analara, bacılara koro halinde edilen aşağılık sövgüler ya da aynı sözlerin yüzlerce defa tekrarlandığı, insanı canından bezdiren monoton gürültü kirlilikleri şeklinde değildi. Ufak tefek belden aşağı tezahüratlar da, mizah ve eğlence temelli olurdu. Gür sesli sembol taraftarların bazı sessizlik anlarında tribünlere megafonsuz duyarabildiği esprilerine, tüm taraftarlar birlikte gülerlerdi.
Elbet arada hakeme sallanır, gol olunca rakip taraftarlara yöneltilen şemsiyeler açılıp kapatılır, özellikle beraberlik gollerinde de, komşuya toplu olarak hareket çekilerek cevap verilirdi.
O günlerde döner bıçaklarının müşterleri dönercilerden, satırların müşterileri ise kasaplardan ibaretti.
O günlerde döner bıçaklarının müşterleri dönercilerden, satırların müşterileri ise kasaplardan ibaretti.
Diğer takımların taraftarları da, uluslararası maçlarında rakiplerini destekler, onların başarılarından mutluluk duyarlardı.
İşin içine büyük paralar, büyük maddi ve manevi rantlar girmeye başlayınca, ne yazık ki, futbol kültürümüz gelişmesini bu özümüze uygun olarak sürdüremedi.
"Önce Ekmekler Bozuldu", sonra stadyumlar ayrıldı. Paylaşarak birlikte yaşama kültürünün karşısında, birbirine düşman derebeylikler, krallıklar, cumhuriyetler ilan edildi. Bu bölünmüş ülkelerin despot yöneticileri, taraftar adı altında, kendi paralı askerlerini, özel timlerini oluşturdular.
“Bu stadyum benim” ile başlayan bu yani oluşum da, aynı kulübün taraftarlarının o özel mülkiyetten pay kapma kavgasını doğurdu. Taraftarlar gruplaşarak bölünmeye başladılar. Bir çoğunun arasında düşmanlıklar başladı.
Stadyumun X trübünü A grubunun, Y tribünü B grubunun mülkü haline dönüştü. Hatırlılara ve zengin taraftara özel mülkler ayrıldı. Her grup kendini “hakiki taraftar”, diğerlerini ise “öteki” olarak görmeye başladılar. Yanlışlıkla bu grupların yakınlarına düşerseniz, çoğu küfür ve hakaret içeren korolarına katılmadığınız taktirde, kısa bir süre sonra kendilerini tribün lideri ilan etmiş ve sahada oynanan maça arkası dönük bir takım bıçkınların önce ters bakışlarına, sonra da “ulan siz taraftar değil misiniz, bağırsanıza !” uyarılarına muhatap olmanız kaçınılmazdır. Şayet bu bakışları görmezden, uyarıları duymazdan gelirseniz, allah yardımcınız olsun !
Artık derbi maçlarına, savaşa gider gibi gidiliyor. Sınırlı sayıdaki rakip taraftarlar polis kordonunda stadyuma sokularak, kafesler içine alınıyorlar. Maçtan sonra da çevrelerinde ne varsa hepsini kırıp döktükten sonra yine polis kordonunda tahliye ediliyorlar. “Taçsız Kral”lar, “Ordinaryus”lar artık onları kesmiyor.
En çok gürültü çıkaranı en iyi taraftar sanan yöneticiler de, bunların istek ve beğenilerini ön planda tutarak, yönetim stratejilerini popülizm üzerinden oluşturuyorlar. Ama iyi günlerde bunların övgü tezahüratları ile mayışanlar, zor günlerde aynı silah üzerlerine çevrilince apışıyorlar. O zaman kendi iktidarlarını korumak için, Osmanlı’nın çöküş döneminde olduğu gibi, çevrelerinde verilebilecek ne kadar kelle varsa, onları kesip kesip bu isyancıların önlerine atmaya başlıyorlar. Ancak en sonunda, küfürle ve gürültüyle gelenler, küfürle ve gürültüyle gidiyorlar.
Özellikle 3 büyük kulübümüzün “vakvak ağaçlarının”(*) dallarında yeni meyvalar için artık yer kalmadı. Dilerim ki o günler gelir de, biz de artık “vaka-i vakvakiyye”lerden (**) çok, “vaka-i hayriyyeler”den (***) söz edebiliriz.
------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Vakvak ağacı : Meyvaları insan olan, efsanevi / mitolojik ağacın adı.
(**) Vaka-i Vakvakiyye : 1656’da çıkan yeniçeri isyanında, asilerin kimini padişahtan alarak öldürdükleri insanların parçaladıkları vücutlarını astıkları Sultanahmet’deki çınar ağacının görüntüsünün “vakvak ağacı”na benzetilmesi ile, bu isyana verilen isim.
(***) Vaka-i Hayriyye : Hayırlı olay anlamına gelir. Osmanlı’nın son dönemlerinde isyanları ile kelle avcılıklarının sonu gelmeyen Yeniçeri Ocağı’nın 1826 tarihinde Sultan II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılması olayına verilen isimdir.
1 yorum:
Sevgili Midas, öyle güzel anlatmışsın ki eklenecek birşey kalmamış. Kalemine sağlık...
Yorum Gönder