Benim de aralarında bulunduğum bir çok nesil devletin resmi siyasi ideolojisinin boyunduruğunda aşağılık duygusu enjekte edilerek yetiştirildik. Kendimize özgüvenimiz ve içinde yaşadığımız sivil topluma güvenimiz yoktu. Önümüze hep öcüler, korkular konuldu. Etrafımızda ve içimizde her an bizi mahvetmeye hazır dış ve iç güçlerin olduğu söylendi. Hiç dikkate almamamız gereken hatta utançlarla dolu bir geçmiş tarihimiz olduğu, halkın her an kötülüklerle kandırılmaya amade, nereye çekilirse oraya sürüklenecek, cahil, akıl yoksunu bir “sürü” olduğu fikri işlendi. O anlayışa göre biz kendi kendimize doğruyu bulamaz, hiç bir şeyi beceremezdik. Tek çaremiz, tek kurtuluşumuz ise ancak ve yalnız devlet erkini elinde bulunduran büyüklerimizin sözünü dinlemek, sadece onların gösterdiği yollardan itirazsız gitmekten ibaretti. Devlet doğruyu tek bilen babamızdı. Bizi kötülüklerden koruyacak bir tek o olabilirdi. Neyin iyi, neyin kötü olduğunu da bir tek o tayin edebilir, evlatlarını icabında sever icabında döver, fazla ileri gidenleri ise yok eder, bitirirdi. Ama bunları hep bizim iyiliğimiz için yapardı. Ancak ve sadece devlet tarafından gerçekleştirilen ya da gerçekleştirmeye çalışılan değişimler meşru sayılırdı. Bu nedenle, her türlü farklılık ve sivil toplumun aşağıdan yukarıya doğru ürettiği -modernleşme dahil- her türlü değişim devletin gözünde şüphe ve endişe kaynağı idi. Örnek alınması gereken ise çağdaş batı uygarlığı idi. Bizde olmayan her iyi şey orada mevcuttu. Bizler de her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilen devlet babanın sözünü dinler ve uslu çocuklar olarak sadece onun gösterdiği yoldan gidersek, biz de bir süre sonra onların sahip olduklarına sahip olabilirdik.
İçine kapalı bir toplumduk. Bir kaç sinema ve az sayıda son kullanma tarihi geçmiş ve devlet sansüründe kırpılmış Hollywood filmi dışında, ne turizm vardı, ne doğru dürüst bir telefon, ne televizyon, ne de bilgisayar. Beyinlerimize öyle bir batı algısı işlenmişti ki, şehirlerin, evlerin en mükemmelleri, yeme içmenin en iyisi, erkeklerin en yakışıklıları, kadınların en güzelleri, seksin en yüksek dorukları, konforun en alası, sanat ve edebiyatın, kültürün, ahlakın, sporun en yücesi hasılı hayatta özlemi duyulabilecek her şey onlardaydı. Herşeyin en iyisini en güzelini onlar üretebilir, hayatta başarılabilecek her ne var ise ancak onlar başarabilirdi. Onlar refah ve mutluk içinde gül gibi hayatın bilcümle keyiflerini sürerken, bizler ise yokluk ve yoksulluk içinde çabalayarak yaşam mücadelesi veren gariban bir sürüden ibarettik.
Sonra gün oldu devran ve konjoktür değişmeye başladı. Savaş ve sonrasında Kore’ye asker sevkiyatı, ardından önce Almanya’ya ardından diğer Avrupa ülkelerine yoğun işçi göçleri, çeşitli nedenlerle akademisyen ve bilim insanlarının yurt dışına açılmaları, lisans ve lisansüstü eğitimleri için giderek artan oranlarda yabancı üniversitelere öğrenci gidişleri, ardından hızla gelişen iç ve dış turizm gezileri, televizyon, bilgisayar, sanayi ve ticaretin globalleşmeye başlaması derken, Türkler hızla ve cesaretle sınırlarımızın dışına açılmaya başladılar.
Biliyorum burası yeri değil, onun için burada bu konuda ideolojik, sosyo-politik ve sosyo-ekonomik analizlere girecek değilim, ama sonunda Türk insanı yavaş yavaş kendine yutturulan dolmaları anlamaya, gözü açılmaya başladı. Hissedilmeye ve görülmeye başlandı ki, iyilik, güzellik, hoşluk adına dünyanın her neresinde her ne var ise, ülkemizde hepsi var ; hatta çok daha fazlasıyla var. Görkemli tarihimiz, muhteşem coğrafyamız, üstün insani değerlerimiz yeniden keşfedilmeye başlanıldı. Yine görmeye başladık ki, dünyanın her neresinde her kim hangi alanda her ne yapabiliyor ise, bizim de onları, hatta çok daha iyilerini yapabilme, başarabilme, becerebilme konusunda hiç bir yetenek ve yeterlilik eksikliğimiz yok.
Artık eski günlerin o aşağılık komplekslerinden, özgüven ve güven duygusu eksikliklerinden hızla kurtulmaya başlayarak, ivmesi giderek artan şekilde görünmeye başladığımız dünya sahnesinde, hem ulusal sınırlarımızın içinde, hem dışında her alandaki rekabetin en üst sıralarında yer alma yolunda son derece başarılı örnekler vermeye başladık.
Şimdi, bizim adımıza karar verme yetkisine sahip olan, devlet ve yönetim erklerini elinde bulunduranların yeterliliklerinin ve liyakatlarının tartışılmaya başlanıldığı bir döneme girdik.
Ancak bütün bunlar ülkemizde bu gün bu jakoben bürokratik devlet anlayışının artık tamamen kırıldığı, değiştiği anlamına da gelmiyor elbet. Özellikle de günümüzde en yoğun siyasi tartışmalar da işte tam bu odakta yoğunlaşıyor.
“Peki ama, konusu futbol olan bir blog’da bu yazdıklarının ne işi var !?” diye sorarsanız, hemen belirteyim ki, buradan geleceğim konu dün Güney Kore ile hazırlık maçını seyrettiğim Milli Takımızın başına Guus Hidding’in getirilmiş olmasıdır. İşte bu teknik direktör seçimi ve ataması, tam da yukarıda bahsettiğim, henüz maalesef tamamen kurtulamadığımız o jakoben bürokratik devlet anlayışının son örneklerinden biri olup, perşembenin gelişi de çarşambadan belli olmuştur. Bu konunun açılımını yazımın ikinci bölümünde yapacağım. (“Buraya biraz uzun geldin !” derseniz de cevabım, “midaskral.blogspot.com, futbolun hem sadece futbol olmadığını, ama aynı zamada hayatın da sadece futbol olmadığını düşünenlerin sitesidir” olacaktır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder