"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

8 Haziran 2011 Çarşamba

Şampiyonlar Ligi Dergisi Nisan/Mayıs Sayısı: Razvan Rat İle Bir Söyleşi


Uzun süredir yabancı basında yer alan önemli gördüğüm yazıları çevirme fırsatı bulamıyordum. Liglerin bitmesi ve güncel konuların azaldığı yaz dönemlerinde bol bol çevirileri sizinle paylaşacağım. 

Bu seride ilk paylaşmak istediğim yazı Shaktar Donesk takımının lider oyuncularından ve defansın bel kemiği Razvan Rat ile bir söyleşi. 

Yazı Uefa’nın çıkardığı Champions League Dergisi’nin Mayıs/Haziran sayısında yer alıyor.
Özellikle Lucescu hakkında söyledikleri ilgimi çekmişti. Bu yazıyı okuduktan sonra tekrardan Lucescu gibi bir değeri kaybettiğimize üzüldüm. Bir çok yabancı hoca geldi geçti, ama Lucescu bu hocaların arasında en iyilerindendi. Gelin biraz bu konuyu ve futbolu Razvan Rat’ın ağızından okuyalım :




Shaktar’ın sadık stoperi Maldini, Avrupa’da attığı ilk gol ve her maçtan ders çıkarmak hakkında konuştu. Hiçbir zaman yorulmıycak gibi görünen milli stoper, takımının tarihinde ilk defa Şampiyonlar Ligi’inde gruptan çıkaran golü atarak ender rastlanan bir başarıya imza attı. Başarısını bir satranç ustası gibi oyunu okumasına, çok çalısmasına ve takımı 7 sezondur çalıştıran Mircea Lucescu’ya borçlu.

8 sezondur Shaktar’da oynuyorsun, kulüpdeki dinamikler sence nasıl değişti ?

Ukrayna’ya ilk geldiğimde Shaktar sadece ikinciliğe oynayan bir kulüpdü. Fakat zamanla deneyim kazandık ve arka arkaya şampiyonluklar yaşadık. Ayni şekilde Avrupa’da da deneyim kazanarak 2009′da UEFA Kupası’nı kazandık ve bu gerçekten bizim için çok önemliydi. Şimdi ise her sezon istikrarlı bir şekilde Şampiyonlar Ligi’nde oynuyoruz.

UEFA Kupas’ını aldığınız dönemden çok güzel hatıraların olmalı.

Avrupa’da finale kalmak ve final maçında oynamak….bunu hayal etmek için bile yaşamanız gerekiyor. Yaşadığım duyguları anlatmak gerçekten çok zor, bir çok ülkeye yayın yapan kameralar ve gözler sizin üzerinizdeyken içimde yaşadığım mutluluk gerçekten inanılmazdı. Bu Shaktar için çok büyük bir adımdı.

Sezon başladığında hedeflerin nelerdi ?

Büyük düşünüp, hedeflerinizi yüksekte tutmak iyi bir şeydir bu yüzden Şampiyonlar Ligi’nde final oynamayı hayal ediyordum. Bir çok kişi bu sezon Shaktar’ın normalinden fazlasını başardığını düşünüyor, ama biz her zaman daha yükseyi hedefliyoruz. Esas hedefimiz her zaman gruptan çıkmakdı.

83 maçtan sonra grupta ilk golünü Braga’ya karşı attın…

Evet en sonunda bir gol atabildim! Aslında doğru zamanda doğru yerdeydim. Ne zaman gol atacağınızı gerçekten kestiremiyorsunuz, çoğu zaman ya auta çıkıyor ya da kaleci kurtarıyor. O gün benim şanslı günümdü, ama benim için asist yapmak gol atmaktan daha önemli.

Shaktar’ın sahadaki oyununu nasıl yorumluyorsun ?

Teknik direktörümüz Mircea Lucescu oyunumuzun Barselona’ya çok benzediğinden bahseder. Fakat önemli olan başlama düdüğü çaldıktan sonra kendi oyunumuzu ortaya koyabilmemiz. Ayrıca kadromuzda oyunumuza renk katan Brazilyalılar da var.

Lucescu oyun stilini Paolo Maldini’ye benzetiyor, sen bir benzerlik görüyormusun ?

Eminim bunu düşünmekde Lucescu’nun kendi nedenleri vardır ama ben aynı fikirde değilim. Maldini’nin seviyesine gelmeniz için çok çalışmanız lazım. Bu kadar önemli bir oyuncu ile benzetilmek çok zor bir durum ama bir o kadarda onur verici. Bütün kalbimle Maldini kadar uzun bir dönem futbol oynayıp, onun yakaladığı başarıların birazını yakalamayı umuyorum.


Senin en sevdiğin oyuncular kimler?

Ryan Giggs’i çok seviyorum. Bir defans oyuncusu olmamasına rağmen hep benim en sevdiğim oyuncu olmuştur. Onun oyun stilini çok seviyorum, ama bu onun gibi oynamaya çalıştığım anlamına gelmez. Her hangi bir idölüm yok ama beğendiğim oyuncular var.

1998′de 17 yaşındayken Rapid Bucharest’e transfer oldun. O günden bu yana oyunun çok değişti mi  ?


Rapid’e transfer olduktan sonra değerim arttı. Sonra 2003′de Shaktar’a geldim ve oyuncu olarak kendimi çok geliştirdim. Kendimi geliştirmemin en büyük nedeni profesyönelce çok çalışmamdı. Her maçdan ve antremandan bir ders çıkarmamız gerekir. Mircea Lucescu bize hep “Büyük oyuncular hatalarını tekrarlamayan oyunculardır” der. Bir hata yaptıktan sonra tekrarlamamanızın farkına varıyorsanız büyük bir oyuncu olursunuz. 

Gelecek için planların nedir ?


Şimdilik bunu düşünmedim, ama Shaktar’da aynı formda uzun süre devam etmek istiyorum.

Donetsk sana evinmiş gibi geliyor mu ?

8 sene burayı evim gibi hissediyorum. Karım da Ukraynalı,Shakhtar’ı evim gibi görmek için bir çok nedenim var.

3 Haziran 2011 Cuma

KONUK YAZAR KÖŞESİ : Sinan Yiğit’den,“Futbol ve İddaa”

Bu haftaki Konuk Yazarımız Sinan Yiğit bizlere, “Resmen izin verilenler dışında ülkemizde kumar yasak olduğu için mi futbola olan ilgi bu kadar artıyor ? ‘İddaa’ tutkunlarının iç dünyalarında sadece kolay para kazanmak duygusu mu var ? ‘İddaa’ ne kadar kazanıyor ve kazandığının ne kadarını iddaacılara dağıtıyor ? ‘İddaa’ya futboldan başka sporun hangi dalları dahil ? Yurt dışındaki bahis organizasyonlarının ‘iddaa’ ile rekabetleri nasıldır ?” gibi son derece ilgi çekici soruların cevaplarını veriyor yazısında. Bu soruların cevaplarını verirken de, bir bahisçinin, ‘iddaa’ konusu müsabakayı izlerken neler hissettiğini anlatarak, bahsin, izleyiciye olan etkilerini yorumluyor.
“İddaa” konusunda deneyimli ve sıra dışı bakış açılarına sahip olan Konuk Yazarımızın, yazısının sonunda yer verdiği görüş ve tavsiyelerinin, özellikle “iddaa” ile yeni ilgilenmeye başlayanlar için çok yararlı olacağını da belirtelim.
Sinan Yiğit’in bloguna şu adresten ulaşabilirsiniz : http://snyigit.wordpress.com

Futbol ve “İddaa”

Cem Kırgız’ın bana yönelttiği, “ülkemizde kumar yasak olduğu için, insanların futbola bu kadar ilgi duymasının altında,  ‘İddaa’ oynamak yatıyor olabilir mi sence ?” sorusundan yola çıkarak, bu konudaki görüşlerimi sizlerle paylaşmak üzere kaleme aldım bu yazımı.
Açıkçası ben öyle düşünmüyorum. Kumar oynamak yasal olarak yasak, evet ama, futbola da, “iddaa”ya da olan ilgi bu yasaktan dolayı gelmiyor bence.
Ülkemizdeki insanlarımızın gelir durumu, neredeyse herkesin futbolu bilmesi, hemen her gördüğümüz yüzün kendince bir teknik direktör oluşu, kimilerine göre de hislerinin kuvvetli olması, bu ilginin başlıca nedenleri.
Tabii  bu olguyu benim gibi sadece bir hobi olarak değerlendirenler  de var. Ben mesela, haftada bir  4 maçlık tahmin yapar, ya da en fazla bir sürprizli  3-4 maçlık kupon düzenler ve beklemeyi yeğlerim. Yeri gelir, 3 te 3 yapıp 4.’ye geldiğimde kuponumu yırtarım. Lakin, o 4. maça gelene dek tahminlerimin tutması, o ana kadar ki heyecanım, aynı anda birden fazla maç takip etmem ve doğru tahminlerimi son maça kadar taşımış olmamdan duyduğum hazzı anlatamam. Belki “son maçta yatmak” dediğimiz şey başımıza gelince sinirlerimiz bozuluyor ama, size çok açık yüreklilikle söyleyebilirim ki, kazanamıyor olsam da,  o ana kadar duyduğum heyecan ve haz duygusu benim için paha biçilemez.
Ancak bir de bu durumu geçim kaynağına, kredi kartının son gününe, okul veya dershane taksitine, asker harçlığını çıkarmaya endeksleyen bir kitle var ki, benim için haz olan, onlar için her yeni kuponda yeni bir umut oluveriyor. Akabindeki hayal kırıklıklarını ise hiç söylemiyorum.
Tüm bu anlattıklarımın yanısıra, ortada bir başka gerçek var. O da, bunun adı ister yasal bahis, ister kumar, her ne olursa olsun, rakamlar “idaa”nın, hiç de sandıldığı kadar basit olmadığını gösteriyor.
2010 yılında, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı’nın 3 milyar 746 milyon TL ciroya ve yüzde 34′lük ”rekor” büyümeye imza atarak, devlet kontrollü spor organizasyonları arasında dünya ikincisi olması da, ne kadar büyük bir kitlenin bahis dediğimiz hadisenin peşinden sürüklendiğini gösteriyor.
“Devlet kontrollü yasal bahis” adı verdiğimiz İddaa’nın oynatılmaya başladığı Nisan 2004’den, Aralık 2010’a dek elde edilen hasılatın toplam rakamı 14,4 milyar TL. Elde edilen bu toplam hasılattan dağıtılan ikramiye ise, 7 milyar TL olarak kayıtlara geçti.
Yine 2010 yılı verileri göre İddaa programında, 17 bin 382′si futbol, 3 bin 953′ü basketbol olmak üzere, 21 bin 720 maç yer aldı. Tüm bu maçlar için 510 bin oran hesaplandı. Oyuncular yıl boyunca toplam 495 milyon kupon oynadı. Fenerbahçe, yüzde 1,36′lık payı ile takım bazında hasılata en çok katkı sağlayan ve 4,7 milyon TL ile en yüksek takım isim hakkını alan kulüp oldu.
Yasal bahis organizasyonlarımızın resmi teknoloji ve danışmanlık şirketi olan “İnternet Teknoloji Yatırım ve Danışmanlık Ticaret A.Ş (İnteltek)”den yapılan açıklamaya göre, İddaa’nın, yaklaşık 3,5 milyon oyuncusu, 81 il ve 741 ilçede toplam 5 bin 500 fiziksel, 5 sanal bayisi ile, dünya ölçeğinde sektöründeki en geniş dağıtım kanallarından birine sahip olduğu bildirildi.
Tabii tüm bu verilerin ışığında akla gelen sorulardan biri de,  “eğer İddaa olmasa idi, futbola ilgi bu kadar olur muydu !?” sorusu.
Bu sorunun cevabını şöyle verebiliriz : İddaa’dan önce de futbola bağlı bir kitle vardı, İddaa’dan sonra da aynı kitle azalmadan devam etti. Lakin o kitle, İddaa’dan sonra bu sefer bildiklerinden veya hissettiklerinden para kazanma yolunu da seçti. Dolayısı ile ayda yılda bir maç izleyen, futbola ilgisi çok az olan insanlar bile, “kolay para kazanmanın bir yolu” olarak görülen İddaa tahmin oyunu söz konusu olunca, mübalasız söylüyorum, hiç bilmedikleri takımların hiç tanımadıkları oyuncularını dahi takip edip, neredeyse onların psikolojik durumlarını bile incelemeye başladılar.
Sadece futbolda değil tabii ki, iddaa’ya sonradan eklenen Basketbol, Voleybol, Tenis ve en son olarak Motor Sporları’nın da katılmasıyla, bu oyuna kayıtsız kalamayan koskoca bir İddaa kitlesi oluştu. Zaten bu biraz evvel değindiğim rakamlarla da bunu açıkça ortaya koyuyor. Şunu da söyleyebiliriz ki, İddaa’dan sonra her hangi bir spor dalı konusunda az çok bilgisi olan her insan, kendi iddaa oynamasa bile,  bahis  oynayanlara yorumlarda bulunup, görüşlerini belirtir oldular.
Şimdi bu bahis işinin bir de ana unsuru olan “oyun” kısmı var. Mesela bahis oynadığımız karşılaşmaları takip ederken, bazen bizim tahminimizi doğrulamayacak  bir oyun ile karşılaşabiliyoruz. İşin garip tarafı, bizim bahis tahminimizin aleyhine oynanmakta olan oyun, gözümüze ve gönlümüze çok hoş gelebiliyor. Geliyor gelmesine ama, bu sefer de cebimize bir şey yansımıyor. Bu durum da, keyfimizi kaçırıp, takip ettiğimiz karşılaşmadan tad almamızı engelliyor. Dolayısı ile, oyunun güzelliklerini seyretmek yerine, sonuç odaklı olabiliyoruz. Bunun sonucunda güzel futbolun tadını çıkaramayan bir kitle var ki, onları sadece kazanacakları para ilgilendiriyor. Bu da bir seçenek tabii, her zaman güzel oyun olmuyor ama, her zaman  bahis yapacak olanaklar mevcut.
Ben ikinci seçeneği seçip oyundan tad almaya bakanlardanım. Gözümüz gönlümüz açılsın da, varsın ben şansımı bir başka kuponda tekrar deneyeyim.
Tabi bu sözlerim yaptığımız ufak bahisler için geçerli. Yoksa söz konusu olan yüksek bahis rakamları ise, değil güzel oyun, şampiyonluk kupasını evinize getirseler mutlu olamazsınız, çünkü giden gitmiştir artık.
Buraya kadar değindiklerim, bahisçilerin nedenleri ve duyguları üzerineydi. Peki bu kadar insanın takip edip, paralar yatırdığı İddaa’da kazanma şansları ne kadar yüksek ?
Yukarıda belirttiğim rakamlara dayalı olarak bakar isek, toplam 14.4 milyar TL hasılatın 7 milyar TL’si ikramiye olarak ödenmiş. Bu da,  kazanma orannın oldukça yüksek olduğunu (yaklaşık  %50)  gösteriyor.
Yasalarımız izin vermediği için, ülkemizde resmi bahis olan “iddaa” dışında, bu alanda başka bir olanak yok. Bizim yasalarımız el vermiyor ama, bu işin bir de yurt dışı boyutu var. Şimdi de bu konuya değinelim kısaca.
Bahisler, bilindiği gibi, internet ortamından oynanıyor ve Türkiye’de uygulamada olan “Spor Bahisleri Yasası” gereğince, İddaa dışında başka bir spor bahisleri operatörünün ülke içerisinde faaliyet göstermesi yasak. Bu durumda Avrupa bahis siteleri içerisinden bazıları Türkiye piyasasına girip, Türk spor bahisleri oyuncularına kaliteli hizmet sunmayı seçmekte, bazılarıysa Türk kullanıcıları üyeliğe kabul etmemektedir. Türk kullanıcıları üyeliğe kabul eden Avrupa bahis sitelerinin başında “Betsson” gelmekte ve Türk kullanıcılar bu siteleri yıllardır beğeniyle kullanmaktadırlar. Bu sitelerin avantajlarını ise şöyle sıralayabiliriz :
1. İddaa’ya nazaran gayet yüksek olan oranlar : Avrupa bahis siteleri, kullanıcılarına çok daha yüksek bahis oranlarıyla, daha fazla kazanma şansı sunmaktadır. Özellikle de yüksek oranlı maçlarla oluşturulan kombine kuponlardan kullanıcıların elde ettiği kazançlar İddaa’ya göre oldukça yüksektir.
2. Kullanıcıların bahis yaptıkça kazandıkları bonus fırsatları : Avrupa bahis siteleri, daha fazla müşteriyi kendisine çekmek için, potansiyel müşterilerine çeşitli bonus fırsatları sunmaktadır. Bu bonus fırsatlarından en büyüğü kuşkusuz “ilk para yatırma bonusu”dur. Bu bonus kapsamında kullanıcılar yapacakları ilk para yatırma işlemlerinde, belirli bir miktara kadar %100 veya daha fazla miktarda bonus kazanmaktadırlar. Bu da kullanıcılara yatırdıkları paranın iki katıyla bahis oynama ve kazanma fırsatı vermektedir. İlk para yatırma bonusunun yanı sıra, yeniden yükleme bonusu ve diğer birçok bonus çeşidi Avrupa bahis siteleri tarafından müşterilerinin beğenisine sunulmaktadır.
3. En beğenilen ve cazip olan, canlı bahis seçeneği : Gerçi İddaa da bu uygulamaya yeni girmiş bulunuyor ama, onların uygulaması, yurt dışındaki örnekleri karşısında, gerçek bir canlı bahis olarak kabul edilemez. Şöyle ki ; Canlı bahis seçenekleri olağanüstü bir heyecan yanında, kullanıcılara oynanan maçların gidişatına göre ortaya çıkan fırsatları değerlendirme ve kazançlarına kazanç ekleme olanağı vermektedir.
4. Geniş para yatırma seçenekleri : İddaa müşterilerinin, bahis oynarken kullanabilecekleri, tek bir para yatırma seçeneği bulunmaktadır ki, bu da İddaa’nın lisans verdiği web sitelerinin anlaşmalı olduğu bankalardan yapılacak havalelerdir. Bunun yanında, İddaa bayilerinden gerçek parayla da bahis oynanabilmektedir. Oysa Avrupa bahis siteleri banka havalesini de desteklemekle birlikte, kredi kartları, e-cüzdanlar ve ön ödemeli kartlar gibi en modern ödeme araçlarını desteklemekte ve müşterilerinin kendilerine en uygun olan para yatırma ve çekme seçeneklerini kullanmalarına izin vermektedir.
5. Her zaman tek maç özgürlüğü : Örneğin,  İddaa’da en az üç maçlı kuponlar oluşturulabilirken, yabancı bahis sitelerinde bu tür kısıtlamalar bulunmamakta, kullanıcılar tek maç üzerine dahi bahis yatırabilmektedir. Bu da kullanıcıların kazanma şansını hatırı sayılır bir derecede artırmaktadır.
Son olarak, benim İddaa türü bahis konusunda görüş ve tavsiyemi soracak olursanız, biraz klasik olacak belki  ama, “top yuvarlak, saha ise dört köşedir”. (Tabii futbol odaklı konuşuyorum). Dolayısı ile, hiçbir zaman “banko” diye tabir ettiğimiz garanti maç yoktur. Siz “banko” dersiniz ama, futbolcu çıkar  40 metreden vurur ve dakika 90’da 90’a takar golü ki, siz hayal kırıklığınızla baş başa kalırsınız. O yüzden kendinizi fazla kaptırmayın derim. İddaa’da 2 seçenek var hayal kırıklığı yaşamamak adına : Birincisi “az maç çok para”, ikincisi “çok maç az para”. Yalnız her zaman ikincisinden başlayıp, oradan gelecek para ile, birinciden kazanma yoluna gidiniz.
Bu blog’da bana yer ayırdığı için Sevgili Cem Kırgız’a ve zaman ayırıp yazımı okuduğunuz için siz Midas Kral blog okuyucularına teşekkür ediyorum. Saygılar.
Sinan YİĞİT

31 Mayıs 2011 Salı

TARAFTAR HAKLARI



Google arama motoruna, “kulübün sahibi taraftardır” diye yazıp, enter tuşuna bastığınızda, 0.25 saniye içinde 5.680.000 sonuç görüntüleniyor.

“Taraftar bizim her şeyimiz” söylemi için 0.37 saniye içinde 53.300, “taraftarımız merak etmesin” söylemi için ise, 0.27 saniye içinde 115.000 sonuça ulaşılıyor.

Linklerin altında da çok büyük bir çoğunlukla,  kulüp başkanları ve yöneticilerin ettiği “bize yakışanı yapacağız”, “gereğini yapacağız”, “taraftarımız bize güvensin, “taraftarımız bizi desteklemeye devam etsin” gibi, birbirinin benzeri basma kalıp sözler yer alıyor.

Ama yapılacak olduğu söylenen “yakışan” nedir, “gereği” nedir, taraftar neye ve neden “güvensin” onlara dair doyurucu hiç bir açıklama bulunmuyor bu şablon haline gelmiş söylemlerin içeriklerinde.

İnternet arama motorlarını bir yana bırakın, bu gün hangi kulübümüzün başkanına veya herhangi bir yöneticisine bunları soru olarak sorsak, alacağımız cevapların farksız olacağına kalıbımı basarım. Hiç biri, “taraftar dediğin, biz önlerine ne koyarsak onu yemek zorunda olan eblehler topluluğudur” demeyecektir elbet ama, “kulübün gerçek sahibinin taraftar olduğunu” kesin bir dil  ile ifade edeceklerdir.

Gerçekten de öyledir. Taraftarı olmayan bir spor kulübünün, yarışmalı sporlardaki mevcudiyetinin, konu mankeni, ya da dolgu maddesi olmaktan öteye bir anlamı yoktur. Özellikle de, taraftarı bulunmayan veya gün geçtikçe taraftarını yitiren bir futbol takımının, uzun süre gelişmesini devam ettirebilmesi, hatta mevcudiyetini koruyabilmesi mümkün değildir.

Eh, haydi bırakalım “gerçek sahiplik” söylemlerini bir yana, ama bu kadar önemli olduğuna göre, her halde taraftarın da bir takım hakları olsa gerektir. Bunların en başında da, “kendilerine kulak verilmesi”  ile, “açık ve doğru bilgilendirilmeleri” haklarını saymak, sanırım “yok artık daha neler !” diye karşılanacak abartılı beklentiler değildir.
Peki kulüplerimizin yöneticileri tarafından da “başlarının tacı” olarak nitelendirilen taraftarların bu en temel haklarına sizce ne kadar saygı gösteriliyor !? Bence hiç !

Sözlerim özellikle, en çok taraftara sahip olan ve “büyük” olarak nitelendirilen kulüplerimize yönelik. Bu kulüplerimizin bu güne kadar taraftarlarının profillerine, taraftarlarının kulübü nasıl değerlendirdiklerine, beklentilerine, memnuniyetlerine ve memnuniyetsizliklerine v.b. dair herhangi bir araştırma, herhangi bir anket çalışması yaptırdıklarına hiç şahit olmadım. Oysa bu kulüplerimiz, defalarca getirip getirip de, sözleşmeleri sona ermeden gönderdikleri teknik direktörlere ve futbolculara hiç bir şey karşılığı olarak ödedikleri milyonlarca liranın çok çok küçük bir kısmı ile bu çalışmaları yaptırabilmeye fazlası ile muktedirler. 

Öte yandan, bu kulüplerimizin taraftarlarını ciddi, net ve doğru şekilde bilgilendirme çabası içinde olduklarına da hiç şahit olmadım.

Bütün kulüplerimiz için geçerli olmuştur : Kulüpte işler iyiye gitmiyorsa eski başkanın yerine yeni bir başkan getirilir. Yeni başkan da, futbol takımının başına yeni bir teknik direktör getirir. Her ikisi de taraftarlara, basın üzerinden mutluluk mesajları verirler, her konuda çok iyi anlaştıklarını ve el birliği ile tez vakitte takımı şampiyon yapacaklarını söylerler. “Taraftarımız hiç endişe duymasın, onlara en layığını vereceğiz, yeter ki onlar bizi devamlı desteklemeyi sürdürsünler, biz çok büyük bir camiayız, şanlı tarihimiz, ......” falan filan. “Şanlı tarihimiz” demelerine karşın, en hazini, “yeni bir beyaz sayfa açma” söylemleridir. Sanki “şanlı tarih” o arada zamanaşımına uğramış, ya da artık tarihin derinliklerinde yok olup gitmiş gibi, “yeni bir beyaz sayfa” açarak, artık yeni bir tarih sürecinin kendilerinle başlayacağını veya o eski şanlı tarihi, kendilerinin dirilteceğini ifade ederler.

Haydi diyelim buraya kadar da iyi hoş da, ama bu pompalanan soyut ümitleri neyle, nasıl gerçekleştireceklerdir, kısa, orta ve uzun vadeli planları, projeleri, stratejileri, beklentileri, A planları başarılı gitmez ise B planları nelerdir v.b. bunlar taraftarlara asla anlatılmaz, açıklanmaz. Taraftardan bekledikleri, yalnız  “her şeyin en doğrusunun sadece onlar tarafından bilinildiğine inanmaları, onlara güvenmeleri ve kayıtsız şartsız destek vererek sabırla beklemeleri”nden ibarettir.

Sonra da dehşet içinde görürüz ki :

Bazı başkanlar, hakkında “bu adam tam benim anlayışıma göre, sanki ruh ikizim !” gibi laflar edip 3 yıl sözleşme imzalattığı teknik direktörü, daha ilk sezonun sonunda cebine bol paralar tıkıştırarak apar topar gönderir.

Bazı başkanların, “bundan alası Şam’da kayısı ! Sonuna kadar arkasındayız” diye getirdikleri teknik direktör, ilk sezonun sonunda “bu takımda kalite yok, bu malzemeyle helva ancak bu kadar olur !” dedikten sonra, bir de “tuvalet kağıdı bulamadık ama onun yerine zımpara kağıdı verdik” misali “takımı şampiyon yapamadık ama, üçüncü yapmak başarısını gösterdik” diye övünmesini müteakip, ikinci sezonunun başında da durumu kurtaramayınca, dolgun ayakbastı paraları ödenerek memleketine uğurlanır. 

Bazı başkanlar, kulübün kendinden beklentilerini soran yeni yabancı teknik direktöre “saldırın, saldırın, saldırın !” komutunu verdiğini gururla anlatır. Ama kısa bir süre sonra gün gelir, takımı başkanlık komutuna uygun saldırtamayan teknik direktör, ilk sezonunun ilk yarısında taraftarın tepkisine karşı  kafası bozulunca,  “bilmem neremden aşağı Kasımpaşa, beğenmiyorlarsa stada gelmesinler” gibi sözler söyledikten sonra, sezon arasında yapılan yıldız takviyelerine rağmen, sezonun ikinci yarısında tahmin edilen kesir hesaplarında da çuvallayınca, “ama hiç değilse öncekiler kadar çok paramızı götürmedi” tesellisi ile, sezonu tamamlayamadan Atatürk hava limanından uçağa bindirilir.

Bu muhteremlerin yaptıklarının sonucunda olur da göl maya tutmaya başlar ise, ne ala ! Ama tutmaz ise, arada bir iki yıldız transferi ile durum idare edilmeye çalışılır. O da mı olmadı, bu sefer çuvalla para verilip teknik direktör kovulur. Yoksa işte yine yeni bir başkan ve yeni yeni bir teknik direktör ile, devri daim makinası gibi, yeni beyaz sayfalara doğru yol alınır.

Ama haksızlık etmeyelim, taraftara tanınan bazı önemli haklar da vardır tabii. Mesela, sezon başlayınca takımını destekleme hakkı gibi, işler iyi gitmezse, sabır gösterip yine takımını destekleme hakkı gibi. İşler artık sabır taşıracak kadar kötüye gidiyorsa, takımını yuhalama hakkına da saygı gösterilir taraftarın. Ayrıca, takımdan artık iyice ümit kesilmişse, tribünleri kırıp döküp, yakma, teknik direktöre, oyunculara ve yöneticilere ana avrat galiz küfürlerle sayıp, onları istifaya davet etme hakları da, bazı küçük kayıtlar düşülmek suretiyle, taraftara tanınmış olan haklardandır. Özellikle yöneticiler, taraftarın bu haklarına son derece saygı göstererek “taraftarlarımız bizim her şeyimiz, onlar ne yapsalar haklarıdır, ama merak etmesinler, biz içinde bulunduğumuz bu durumu düzeltmek için elimizden gelen her şeyi yapacağız” gibi şeyler söylerler. Sadece, taraftarın bu haklarını kullanırken, etrafı çok fazlaca kırıp dökmemeleri ve küfürlerin dozunu çok fazla kaçırmamaları yolunda küçük kayıtlar düşerler kibarca. Ama yapacaklarını söyledikleri “ellerinden gelen her şey” nedir, taraftarların bunları bilebilmeleri ya da öğrenebilmeleri her nedense yine asla sözkonusu olamaz. 

Taraftar tarafından yuhalanarak, formalarını çıkarıp takımdan gitmeleri nazikçe önerilen futbolculardan bazıları da, maçtan sonra kendilerine uzatılan mikrofonlara,  aynen yöneticileri gibi, “taraftarların ne yapsalar hakları olduğunu” söyledikten sonra, “takımı bu hale getirenler bizleriz ama, takımı düzeltecek olanların da bizleriz” gibi açık yürekli ifadelerde bulunurlar. Ama sezon sonunda da genellikle ya başka takımlara satılırlar veya transfer olurlar.

Şimdi bu en temel iki taraftar hakkına saygı gösterilmediğine göre, başkandan başkana, yöneticiden yöneticiye değişmemesi gereken, kulüplerin anayasaları, dokunulmaz ve korunan değerleri, duruşları, spora bakışları, kırmızı çizgileri, vizyon ve misyonları gibi, “olmazsa olmaz”lar etrafında kulüp ile taraftarlarının bütünleşmesi için yöneticilerin neleri yapmadıkları ve nelerin yapılması gerektiği konularında ahkam kesmenin bir anlamı yok maalesef.

Üstüne üstlük, marketten aldığınız üç-beş liralık mal bozuk çıksa, Tüketici Hakları Mahkemesine başvurup, hakkınızı arama imkanınız var, ama taraftar olarak dünya kadar para harcayıp maçlara gitseniz, kombineler alsanız, yiyeceğiniz kazıklar için başvurabileceğiniz bir yer mevcut değil.

Aslında şimdi bu satırı yazarken, bazı kulüp başkanları ve yöneticilerine haksızlık ettiğimi de düşünmeye başladım. En azından şu “taraftarın bilgilendirilmesi hakkı” konusunda. Olmayan şeyin paylaşımı mı olurmuş !? Öyle ya, muhteremlerin zaten ciddiye alınacak planları, projeleri filan yok ise, neyin bilgilendirilmesini yapsınlar ki taraftarlarına !?

Tabii bu konunun bir de “taraftar” kısmı var ; “hak eden ve hak etmeyen taraftar” kısmı. O da gelecek yazıya kalsın... 

O.K.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

ŞEHİRLERİN RUHLARI, ELİ SABANLILAR VE “BİZ”E DAİR…



 

Çok eskilerde, şehirlerin ruhları olduğuna inanılırmış. Savaşlarda zorlukla fetih edilen şehirler, bir daha dirilmesinler diye, sabanla dışarıdan merkezlerine doğru sürülürmüş. Nitekim Romalılar tarafından ele geçirilen Kartaca öyle bir sürülmüş ki, bir daha dirilememiş.

Şehirler gibi, sporun da, kulüplerin de ruhları var. Ama bir tarafta da onları Kartaca’ya çevirmeye çalışan, eli sabanlı, içimizdeki “Romalılar” !

Bir sezon daha geride kaldı. Sadece futbol takımı değil ama, bir spor kulübü olarak değerlendirildiğinde, Fenerbahçe’nin rakiplerine nazaran açık ara önde olduğu bir gerçek. 

Bu fark, futbol takımı bu sezon şampiyon olamasa idi dahi, değişmeyecekti.

Nitekim, son şampiyonluğuna rağmen, kulübün gelişimi futbol takımının başarısına henüz çok belirgin olarak yansımış değil.
Ancak, sağlıklı hale getirilmiş ekonomik yapısına, sürdürülebilir sağlam gelir kaynaklarına, ülkenin her tarafına yayılmayı sürdüren çok kaliteli tesislerine, yurt dışına taşmış taraftar derneklerine, Fenerium mağazalarının başarılarına, sporun bir çok dalına verilen öneme ve elde edilen sonuçlara bakılınca, Fenerbahçeliler’in geleceğe uzun vadelerde hep artan ümitlerle bakmaları en doğal hakları.

Eski günlerde Fenerbahçe’yi temsilde kendinde en fazla hakkı gören ve her biri yönetim kavgalarında çıkar karşılığı kullanılan rahatsızlık verici barbar taraftar grupları da dağıtıldı. 

Bakımsız ve kirli bir ortamda siz de sigaranızın izmaritini yere atmakta beis görmezsiniz ; ama kaliteli ortamlar, insanların davranış kaliteselerini de getirir beraberlerinde. Bu bağlamda Fenerbahçe tribünlerinin kalitesi de artmaya başladı. Tümü ile ortadan kalkmış olmasa da, galiz küfürler, sahaya yabancı cisimler fırlatmalar, kırıp dökmeler giderek azalıyor. Daha çok kendi takımını desteklemeye yönelik, bir şenlik havası ağır basmaya başladı Fenerbahçe tribünlerinde. Küfürler, kaba tezahüratlar, çoğunluk tarafından ıslıklanıyor, onların yerini daha çok nükteli, eğlenceli tezahüratların almaya başladığı görülüyor. 

Fenerbahçe’de yönetim sıkıntıları da görülmüyor yakın gelecek için. Ali Koç gibi taraftarın beğendiği, genç, uygar ve iyi yetişmiş yöneticiler, Aziz Yıldırım’dan sonrası için de ümit veriyorlar. 

Hasılı Fenerbahçe, bu günkü görüntüsü ile, yurt içinde gerçek bir ulusal “kitle kulübü”, yurt dışında da uluslararası önemli bir kulüp olma yolunda düzgün adımlarla sürdürüyor yürüyüşünü.

Öte yandan, tarihi bir gerçek olarak, İstanbul’un 3 büyük takımı karşısında rekabete ister istemez çok gerilerden katılmak zorunda bırakılan bir çok yerel takım / Anadolu takımı, sınırları son senelerde biraz olsun genişletilen imkanlarını en verimli şekillerde değerlendirerek, son derece saygı duyulacak mücadele örnekleri vermeye, futboldaki yarışmaya çok güzel yeni renkler katmaya başladılar. Geçen sezonun şampiyonu, bu sezonun üçüncüsü Bursaspor gibi, Gaziantepspor, Kayserispor, Eskişehirspor, Karabükspor gibi. 

Bu gün ciddi sıkıntılar yaşayan ve taraftarı olalım veya olmayalım, bizlere de bu sıkıntılarını fazlasıyla yansıtan kulüplerimiz ise, geçmişleri ve taraftarları ile büyüklükleri tartışma götürmez olan, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzonspor’dur. 

Beşiktaş Kulübünün başkanı Süleyman Seba, Fenerbahçe’nin bugün kulüp olarak başardıklarını, çok daha önceki yıllarda görmüş ve başarabilmiş ilk kulüp başkanıdır. 

16 yıllık başkanlık sürecinde, kendine en önemli hedef olarak, gelecekte de Beşiktaş’ın kimliğini koruyabilmesi için, Kulüb’ün sağlam ve sürekli gelir kaynaklarına kavuşturulması suretiyle, paralı insanlara muhtaç olmaktan kurtarılmasını koymuştur.
Kendi ifadesine göre, bu başarıldığı taktirde, Beşiktaş, sırf ekonomik sıkıntılar nedeniyle, “Beşiktaşlılık normlarına uygun olmayan kişilerin sırf para güçlerinin esiri olmak ve onların kişisel menfaatleri ya da değerlerine göre devşirilerek kendi öz kimlik değerlerinden uzaklaştırılmak” tehlikesinden kurtulacaktır. 

Beşiktaş’ın efsane Başkan’ı, bu hedefini olağanüstü bir çalışma ve başarı ile gerçekleştirmiş ve 1980’lerin başında maddi yönden son derece sıkıntılı olan kulübü, 16 yıllık yönetimi boyunca tesis zengini ve maddi açıdan varlıklı bir kulüp haline gelmiştir.

Süleyman Seba, Başkanlıktan ayrılış konuşmasında, ulaştıkları durumun altını şu sözleri ile çizmiştir : “Beşiktaş, artık ne dedikodulardan medet umacak kadar güçsüz, ne de gerçek dışı bazı şeyleri ‘Beşiktaşlılık’ diye etrafa empoze etmeye çalışanların himayesine muhtaç olacak durumdadır.”

Ancak bu değerli Başkanın kulübüne bıraktığı maddi ve manevi miras, aradan geçen on sene zarfında tam anlamıyla har vurulup harman savrulmuş ve Beşiktaş Kulübü bugün, onun en korktuğu tehlike ile, paralı insanlara muhtaç olmak tehlikesi ile karşı karşıya gelmiştir. Kulübün bu gün 300 milyon liranın üzerinde olan toplam borcunun 81 milyon lirası Başkanına, 10 milyon lirası da bir yönetim kurulu üyesinedir ve ne yazık ki Beşiktaş bu gün, “gerçek dışı bazı şeyleri ‘Beşiktaşlılık’ diye etrafa empoze etmeye çalışanların himayesine muhtaç” durumdadır. 

UEFA kupasını ve ardından da Süper Kupayı kazanarak, ülkemize futbolda en büyük uluslararası başarıları getirmiş olan Galatasaray Spor Kulübü ise, bu başarılarından sonra beklenen daha da büyük atılımları gerçekleştirmek yerine, adeta frene basmış ve son 10 yıldır büyük mali sıkıntılarla boğuşarak, bu gün neredeyse iflas etme noktasına gelmiştir.

Kulüpte önemli yöneticilik görevlerinde bulunmuş yılların Galatasaraylıları, kongrelerinin seçmiş olduğu Başkan ve yöneticilerini kastederek “Galatasaray bu ise, bunlar Galatasaraylı ise, ben artık Galatasaraylı değilim !” derken, Kulübün Başkanı da “hayretler içindeyim, artık Galatasaraylıları tanıyamıyorum !” diyebilmektedir.

“Türkiye’nin batıya açılan kapısı” olarak nitelendirilen “Galatasaray kültürü”, bu gün kulübünün kurtuluşu için, kulübün başına en paralı üyesini, futbol takımın başına ise, daha bir kaç yıl önce memnun kalmayarak gönderdikleri eski teknik direktörlerini getirmektekten başka çare bulamamıştır. 

Gerçek bir “Karadeniz sinerjisi” olarak doğan ve bu sinerjisini yaratan dayanışması ile ligde bir zamanlar fırtına gibi esen Trabzonspor ise, zaman içinde yavaş yavaş kendi özüne yabancılaşarak, eski gücünü kaybetmeye başlamıştır. Artık o eski şiddetli fırtınanın yerini, sadece arada bir kuvvetlice esmeye çalışan sıradan bir rüzgarın aldığı ortadadır. Son 27 yıl zarfında, biri 1996 yılında, diğeri bu yıl olmak üzere iki kez, ocaktan yetişme Şenol Güneş’in gayretleri ile zirveyi zorlamış iseler de, her ikisinde de Fenerbahçe engeline takılmışlardır. Bu günün Trabzonsporu’nun, 1975 -1985 yılları arasındaki Trabzonspor’dan daha ileride olduğunu iddia edebilmek mümkün değildir.

Sonuç olarak, son 10 yıldır Fenerbahçe Spor Kulübü hamle üzerine hamle yaparak olumlu yolda ilerlerken, rakipleri olan 3 büyük kulüp ise, bir zamanlar yakalayabildikleri önemli seviyelerden, gittikçe aşağılara doğru inmektedirler. 

Sıkıntı yaşayan kulüplerimizin taraftarları, özellikle de Fenerbahçe’nin kulüp gelişimini futbol takımına da yansıtması halinde, gelecekte futbol rekabetinde geriye düşmenin haklı endişesini taşımaktadır.

Öte yandan, ülkemizdeki “Spor Kulüpleri”, kimsenin şahsi malı değil, tersine “kamu yararına faaliyet gösteren dernek” statüsünde olmalarına rağmen, kamu adına onlardan hesap soran bulunmadığı için, başkan ve yöneticilerinin “kendi yararlarına” faaliyet göstermelerine herhangi ciddi bir engel bulunmamaktadır. 

Bu nedenle, başarısız yöneticiler için kendi beceriksizliklerini gizlemelerinin en kolay yolu, başkalarına, özellikle de başarabilmiş olanlara saldırmak, onları karalamaya çalışmaktır. 

Onların bu yöntemi, bilinçsiz taraftarlara,  “yansıtma” yolunu açmaktadır. Psikoloji’nin belirgin bir kavramı olan “yansıtma”, insanların gerçeklerle yüzleşerek çözümleyemediği ve kendilerini sürekli rahatsız eden kaygılarından, sıkıntılarından, acılarından, “başkalarını suçlayarak” kurtulmaya çalışma davranışlarını ifade eder. Bu davranış biçimi, elbet gerçek problemi çözemeyecek, hatta çözümden daha da uzaklaştıracak “sağlıklı olmayan” bir davranış biçimidir ve sonunda, başarılıya karşı öfke, nefret hatta derin düşmanlıklara varan aleyhtarlıklara neden olur.

Bu gün, farklı kademelerde yükselen Fenerbahçe aleyhtarlığının tek sebebi bu olmasa da, ana teması budur.

Aynı mahallede yaşayan komşular arasındaki yaşam seviyesi giderek farklılaşıyor ise, bir tarafta bir grubun refahı ve geleceğe yönelik umutları hızla artarken, diğerleri gelecek kaygısı içinde aşılması güç sıkıntılarla boğuşuyor ise, bir de buna, sıkıntıların sorumlulularının kendilerini aklamak adına yaptıkları tahrikler ve provokasyonlar ekleniyor ise, o mahallede eski huzurun kalmaması olası ve tarafların birbirlerine  karmaşık duygularla bakması da kaçınılmazdır. Bunların içinde, kişilerin olgunluk seviyelerine göre, saygı, takdir, özlem, anlayış, hoşgörü, gibi olumlu duygu ve davranışlar  bulunabileceği gibi, kibir, şımarıklık, kıskançlık, çekemezlik, öfke ve nefret gibi olumsuz duygu ve davranışlar da yer alabilecektir elbet.

Bu duyguları besleyecek, derinleştirecek, hatta birbirine dönüştürecek olan davranışların sorumluluğu elbet karşılıklıdır ama, bu sorumluluğun öncelikle ve ziyadesiyle birincilerin omuzlarında olduğu gerçeği de asla unutulmamalıdır. 
Başkalarını aşağılamadan başarıyı taşıyabilmek, başarılıyı aşağılamakla kıyaslanamayacak kadar yüksek bir insani değerdir. Gerçekten “büyük” olabilmek, ancak, “ne oldum delisi” olmamakla, varlığı ile övünüp başkalarına yukarıdan bakmamakla, komşuyu rahatsız etmeden eğlenebilmekle, acısı, sıkıntısı olanla hiç bir zaman dalga geçmek küçüklüğüne düşmemekle mümkün olabilir. Ancak bu başarılabildiği takdirdedir ki, başarı ve onun sevinci, başkaları tarafından da saygı ile karşılanmayı hak edebilecektir. Zaferin taç’ı, en fazla onu taşımasını bilenler kadar değerlidir.

Yanlışların en büyüğü, en korkuncu ise, mahalleyi bölüp parçalamaktır. Birbirini “öteki” ilan edip, düşman kamplara çekilmektir. Hayat, hiç şüphesiz ki, bütün renkler bir arada olabildiği sürece, hep birlikte ve insanca, birbirimizi kırıp dökmeden yaşayabildiğimiz sürece güzeldir. Yoksa, herkes gökkuşağının bir rengini çekip kendine alırsa, ortada gökkuşağı mı kalır !?

Bir avuç münasebetsiz ve onların tahriklerine kapılanlar ipe sapa gelmez bir takım laflar etti diye, biz niye mahallemizi bölecekmişiz de, sadece kendi kendimize yetecek mişiz !? Birlikteliğimizin zenginliğinden, güzelliğinden neden mahrum kalacakmışız !? Olacak şey mi bu !? Bu saçma mantık, bizi çok daha üstün ortak değerlerimizde de bölünmeye, parçalanmaya götürmez mi !? Ne yani, vatanımız allah vermesin tehlikeye düşse, biz onu sanki hep birlikte omuz omuza değil de, ayrı ayrı gruplar halinde mi savunacağız !?

“Biz bize yeteriz !”deki “biz”, hepimizi kapsamalı. Yoksa inanın ki, öbür anlamdaki bölünmüş, ayrışmış “biz”, asla bize yetemeyecektir, zaten yetmemelidir de. Fazla ileri gitmeden, size hemen bu mütevazi blog’umuzdan örnek vereyim : Beşiktaşlı Sinan, Muhammet, Galatasaraylı Ahmet, Göztepeli Mert, Adana Demirsporlu Abdullah, Fenerbahçeli Taner …….., hasılı değişik renklere gönül vermiş hepsi birbirinden güzel dostlar şayet burada bir arada olamasalardı, buradaki bir yazıyı, bir sohbeti hep birlikte paylaşmasaydık, o zaman bu bloğun, ne tadı, ne tuzu, ne lezzeti, ne de herhangi bir anlamı mı kalırdı !? 

Aman ha, oyuna gelmiyelim Sevgili Dostlar ! Mahallemizi böldürmeyelim. “Biz”, yani “hepimiz”, ancak birbirimizle var olabilen, birbirini tamamlayan, büyük ve güzel bir bütünün parçalarıyız, parçayı bütünden asla ayırmaya kalkışmayalım. Kavgamız sakın birbirimizle olmasın ama,  gelin, farklı renklere gönül vermiş olsak da, tüm kulüplerimizin bizim kulüplerimiz olduğu ve rakiplerimiz de bizim kadar güçlü olamadığı taktirde rekabetin hiç bir anlamının kalmayacağı bilinci ile, o eli sabanlı münasebetsizler her nerede bulunuyor iseler, onlara karşı hep birlikte omuz omuza mücadelede edelim.

Aksi taktirde ortada ne bütün kalacaktır, ne de parça, inanın !

O.K.