"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

29 Nisan 2011 Cuma

Konuk Yazar Özel – Rıdvan Erdem’den Bir Fransa Anısı

Akıl dolu söyleşiler ve unutulmaz anıların içerdiği sohbetler özel ilgi gerektirir. Birazdan okuyacak olacağınız yazı, Rıdvan Erdem ile özel bir konuşmamızdan bir alıntıdır. Rıdvan’ın hikayesi o kadar etkiliyiciydi ki, kendisinin izniyle Midas’ın Krallığı Blog okuyucuları ile bu özel anıyı paylaşmak istedim. Bu özel anıdan benim kadar zevk alıp, etkileneceğinizi umuyorum. Asla unutmayın, futbol asla sadece futbol değildir…

Ben bir zamanlar Rüstü Reçber’dim
Lise son’a gidiyordum. Fransa’nın Toulouse takımı scout ekibini Paris’e göndermiş, « Ile de France » bölgesinde, yani Paris’in bulunduğu bölgede, araştırmalar yapıyorlar okullarda.

Lise 2’inci sınıfta ek aktivite olarak futbolu seçince, okulun futbol takımında oynamaya başlamıştım. İlk sezon lig falan yoktu, sadece antrenman yapılıyor, arada ayda bir falan denk gelirse de, civar okullardan biriyle maç ayarlanıyordu. Profesyonel bir çalışma değildi yani, sadece öğrencilere vakit geçirtmekti amaç.

Son sınıfa geldiğimde, Toulouse takımı Paris genelinde okullarda yapılan bu çalışmadan faydalanmak için bir seçme düzenlemeye karar vermiş. Bedavadan oyuncu izleyecekler, beğenirlerse Toulouse’a götürecekler… Plan bu…

Antrenman yapacağımız bir gün, bizim okula 4 kişilik bir heyet geldi ve biz soyunma odasından çıktık sahaya. Oturttular bizi kenara, anlattılar vaziyeti. Biz de can kulağı ile dinliyoruz tabii.
Vaadler aynen şu şekildeydi :

Yaklaşık 500 kişi katılıyor seçmelere, bunların içinden -performansımıza göre- seçmeler boyunca elene elene 24 kişi’ye ineceğiz. İlk elemede hemen 250’ye düşecek aday sayısı, sonra 150, sonra 100 ve finale kalan 50 kişi «Stade de France » a götürülecek, orada yapılacak son maçlarla da, 50 kişiden 24’ü seçilip Toulouse’a götürülecek.

Toulouse’a gidecek çocuklarla profesyonel sözleşme yapılacak kulüp tarafından ve alt yapıyla beraber antrenmanlara çıkartılacaklar. Okul ihtiyaçlarını da Toulouse kulübü karşılayacak ve duruma göre, ya tesislerde, ya da tesislere en yakın yerde konaklatılacaklar. Eğer ki A takımına yükselirsen, 2.000 € maaş verilecek. Okuluna orada devam edeceksin ama, okulda derslerinde başarısız olursan, valizini toplayıp Paris’e gerisin geriye döneceksin.

Kulağa çok hoş geliyor tabii, gençsin, 18 yaşına yeni girmek üzeresin ve Fransa’nın köklü kulüplerinden biri böyle bir fırsat sunuyor sana. Düşünsenize, daha reşit olmadan babanızdan fazla para kazanacak konuma geliyorsunuz.

Ben « kaleci » idim. O dönemler, ya da şöyle diyeyim, bütün kalecilik hayatım boyunca, 3 idolüm oldu : Vitor Baia, Rene Higuita ve RÜSTÜ REÇBER !!

Son isim evet bazı okuyuculara komik gelebilir ama, öyleydi durumum. Tarzımız da benzerdi doğrusu. En akıl almaz golleri kurtarır, en kötü golleri yerdim :)

O yıllarda tanınan 2-3 Türk futbolcudan biri olduğu için de, bana arkadaşlar « Rüştü » lakabını takmışlardı.
Karşı karşıya beni geçmek çok zordu, tek çare yan top ve uzaktan şuttu… Solum zayıftır, o yöne uçamazdım fazla. Penaltılarda inanılmaz bir ön sezgim vardı, yediğimden çok daha fazlasını kurtarmışımdır.

Gelelim bizim hikayemize ;

500 kişi arasından 17 kaleci belirlemişler sadece, ben de zorlanmadan « standart bir performansla » finale kadar yükseldim. Benimle beraber bizim okuldan sadece bir çocuk finale gelebildi Stade de France’a. O da sol açık olarak oynuyordu ve orijinal Brezilyalı’ydı. Annesi ve babası Brezilyalı, ama kendi Fransa’da doğduğundan, hem Brezilya hem de Fransız vatandaşıydı. Çifte vatandaş yani. İsmi de « Fabricio »ydu. Bu çocuk, dönemin süper starı olan Ronaldinho’nun hayrınıydı. Bildiğiniz « piskopat !» derecesinde hayran hani. Fabricio, eski bir video kaset cihazına Ronaldinho’nun maçlarını kaydeder, evde tv başında kaseti bir ileri bir geri sarıp, maç esnasında top ayağına geldiğinde yaptığı hareketleri tekrarlardı durmadan… düşünün yani… !

Çok yetenekli bir çocuktu, Gremio taraftarıydı.

Sonunda  finallere geldik… İşte oradaydım… « Stade de France » çimlerinde yürüyordum… ve 2003 yılında Konfederasyon Kupası’nda Türkiye-Kamerun maçında kale arkasından izlediğim yeri tespit ettim kaleye geçerken. Ben oradan sahada ki idolümü, RÜŞTÜ’yü izlemiştim o gün ve 1-0 yenilmiştik penaltı golüyle… Hafızam beni yanıltmıyorsa, Geremi atmıştı golü.

Kaleye geçtiğim an ki duygularımı kelimelerle anlatamam. Oradaydım işte, hayal gibiydi ama gerçekti !! İdolümün, Rüştü Reçber’in koruduğu kaleyi ben koruyacaktım! Onun ayak bastığı çimlere ben de basacaktım. Onun kurtarışlar yaptığı kalede devleşme sırası bendeydi artık !

Maç başladı, bizim takım rakibe oranla biraz daha zayıftı. Cezayirli bir çocuk vardı rakipte, « eşek sıpasının içine sanırsın Gerrard kaçmış », müthiş abanıyordu mesafe tanımaksızın…

O kadar konsantreydim ki maça, hayatımda belki o kadar iyi oynamamışımdır. Bir çok kurtarış yaptım, bir top da ben çeldikten sonra direkten dışarıya gitti. Bizim takım, kullandığımız bir kornerde, kendi defans oyuncusu topa kafa vuracakken rakip kaleci onun üzerine düşünce, ballı bir şekilde golü bulmuştu ve 1-0 öne geçmiştik. Maçin skorunun diğer oyuncular için önemi yoktu, sadece kaleciler için vardı.
Ne kadar kurtarırsan, o kadar kârdasın işte… !

Derken son dakikalara doğru, karşı karşıya bir pozisyonda hatalı çıktım… biraz erken atladım önüne rakip forvetin, düşürdüm ceza sahasında… Penaltı !

O an kaleye geçerken, « Rüştü nasıl yapıyordu », onları getirmeye çalışım hep aklıma… Rüştü kaleye doğru giderken, uğur getirsin diye, bir maçta sağ ayağını penaltı noktasından kale noktasına kadar sürüye sürüye götürmüştü… Totem bu ya, aynını ben de yaptım.. Millet « tip tip » bakıyor tabii, «ne yapıyor bu deli !?» diye.

Geçtim kaleye, gözlerimi kapadım… özellikle de hiç göz göze gelmedim penaltıyı kullanacak çocukla. Kalecilikte çok önemlidir bu, antrenörler sürekli tembihler : « Penaltı atılırken vuracak adamın gözünün içine bakma, dikkatin dağalır ! » diye… Nerede durduğuna, hangi ayağı ile vurucağına hiç bakmadım… Düdüğün sesini bekledim. Düdük çalınca açtım gözlerimi ve topa baktım. Aptalca da olsa onunla konuşmaya çalıştım… Erken davranmam gerekiyordu, çünkü topa vuran « Cezayirli Gerrard »dı. Topa vurmasına bir adım kala, sağa doğru sıçradım… o kadar sert vurdu ki çocuk, topu göremedim bile, ama elime geldi top, çeldim kornere gitti… kurtardım penaltıyı :)

Muthiş bir şeydi… ama itiraf ediyorum, kişisel beceri % 10, şansın oranıysa % 90’dı bu kurtarışımda :)
Neyse maç 1-0 bitti, biz soyunma odalarına gittik üstümüzü değişmeye, eşofmanları giyindik, çıktık tekrar zemine. Tek tek oyuncuları çağırmaya başladılar bir odaya… İçeri giriyorsun, sorgu odası gibi, karşında 3 kişi var takım elbiseli, oturuyorlar bir masanın ardında, sana sorular soruyorlar, sen de cevaplıyorsun…

Önce yüzeysel sorular : « Hangi takımlısın ? »,  « Futboldaki hedeflerin neler ? » falan filan…
Ve sonunda en can alıcı soruyu soruyorlar…

« Bir gün 2 milli takımdan da aynı anda davet gelse, hangisini seçersin ? Türkiye mi, Fransa mi ? »
3-5 saniye düşündüm… « Türkiye » dedim… « Neden ? » dediler. Dedim « bizde bu konuda durumlar farklıdır, Türk kökenli sporcuların başka milli takımlarda oynamaları benim ülkemde hiç hoş karşılanmaz. Milli Takım kültürü çok farklıdır benim ülkemde, o yüzden Turkiye dedim. »

« Peki tamam teşekkürler » dediler, çıktım…

50 topçuyla olan görüşmeler yaklaşık 1,5 saat sürdü.

Bitiminde isimler açıklandı, 24 kişi… Ben yoktum… Hadi ben yokum anladım da, Fabricio da yoktu… Haydaaa ! Fabricio’yu da bırak… Yahu, zenciler ve diğer safkan Fransızlar dışında, başka bir Allahın kulu dahi yoktu !

Portekizli, İtalyan, Brezilyalı, Türk, yarı Alman, yari Fransız, Cezayirli Gerrard, Faslı, Tunuslu… hiç birimiz yahu !!!

Sonradan işin iç yüzü çıktı meydana… Meğer hepimiz kendi milli takımlarımız söylemişiz… Digerleri ise, « FRANSA » demiş…

Yani yapılan seçme tamamen düzmece çıktı, etiğe aykırıydı ve işin içinde « ırkçılık » vardı…

O zamanlar küçüktük tabii, hakkımızı aramak falan gibi bir şey düşünemedik hiç… Zaten hakkını arasan ne fayda !? Mahkeme ne diyecek ki ?  « İyi oynasaydın sen de girerdin »  falan diyecek belli….

Profesyonelliğin bu kadar üst düzey olduğu bir futbol ülkesinde benim yaşadığım olay münferittir diye düşünüyorum. Ama size bir örnek vereyim : “Mamadou Niang”. Bakmayın burada kuzu kuzu takıldığına. Her maç ilk 11’de başladığı için kafası rahat Türkiye’de. Marseille de üst üste 2-3 maç yedek kalınca ortalığı ayağa kaldırdı “zenci olduğum için mi oynatılmıyorum acaba !?” diye…

Toulouse’da aşırı milliyetçiler fazla diye duymuştum. Ama bir duyumdan yola çıkarak koca bir kulübü ve şehri itham altında bırakmak saçma olur. Ancak, maalesef bu olay benim başıma geldi… Keşke gelmeseydi. Belki de hakikaten “performansımız yetmemiştir” diyeceğim ama, inanın seçilmeyen 26 kişiden, temiz bir “seçmelerin altın 11′i” çıkardı ve ben de yerimi alırdım o kadroda.

Okul sezonunun sonuna doğru, bir gün idmanda düz koşu yaparken sağ bacağım açık bir şekilde kilitli kaldı. Ben de yere kapaklandim tabii bacak kilitli kalınca. Doktora gittik : Teşhis, « çapraz bağlar zedelenmiş »… Doktorum « ameliyat olman gerekli, yoksa futbola devam edemezsin, lisansının çıkması için temiz bir rapor lazım, bunlar MR’da gözükür » dedi… Ben de korktugum için ameliyat masasından, istemedim. Zaten günlük hayatımı etkilemezmiş, sadece merdiven ve yokuş çıkarken çok fazla zorlarsam hafif sızlama yaparmış.. Yani görünürde  bir şey yok, sadece MR’da sıkıntı var.

Böyle olunca da, o dönemdeki psikolojimle, futbolu « zirve » de bırakma kararı aldım :)

İşte böyle dostlar…

Ben bir zamanlar « Rüstü Reçber »dim…. Şimdi ise (……………..) bile olmaz benden :) (Nokta nokta’lı kısma gönlünüzdeki kalecinin ismini siz yazın artık :)

En nefret ettiğim şey olan « ırkçılık » futbolda da varsa, ben yokum orada dedim ve bitti…

Belki duygusal bir sebeptendi ama… bitti işte ! Artik 22 oldum, herşey için çok geç.

Sağlık olsun, rafa kaldıralım bu hayalimizi de, arada çıkarır okuruz :)
 
Rıdvan ERDEM

KONUK YAZAR KÖŞESİ : Ahmet Çizmeci’den, “Futbol’da Altyapı”

Bu haftaki konuk yazarımız Ahmet Çizmeci, çok önemli bir konuya, “Futbol’da Altyapı” konusuna değiniyor. Hayatın her alanının temeli olan  “altyapı”nın önemine “futbol”da vurgu yapan Ahmet Çizmeci’nin, Avrupa Futbolu’ndan verdiği çarpıcı örneklerle Türk Futbolu’nu irdeleleyerek kaleme aldığı bu emek dolu yazısını da, önceki konuk yazarlarımızın yazılarına gösterdiğiniz  ilgi ve beğenilerinizle karşılayacağınız inancındayız. 

                   
FUTBOL’DA ALTYAPI
Son zamanlarda, futbolumuzda bir çok şeyin tartışıldığı günlerdeyiz. Bana göre tartışılması gereken en önemli konu, her şeyin başı olan “altyapılar”. Ülkemiz futbolunun yıllardır dile getirilen en temel sorunu alt yapıdır ve bir türlü düzeltilemedi bu sorun. Hem yönetim, hem tesis, hem de futbol olarak, alt yapıda gerçekten sınıfa kalıyoruz.

Avrupa’da oynadıkları futbolla her zaman takdir alan ve finallerde her zaman kendilerine bir yer bulan takımlar, her konuda alt yapı gelişimini tamamlamış durumda.

                               
Premier Lig / İngiltere ligi’nin alt yapı sorunu, sadece kendi ülke takımları için var. Manchester United, Arsenal, Everton, Sunderland, Tottenham gibi takımların, birbirinden yetenekli genç oyuncuları olmasına rağmen, scout çalışmaları sonucu bunların bir çoğu ülke dışından geliyor. Son 2-3 yılda Everton, Baines ve Coleman gibi has İngiliz yetenekleri ilk 11’e yerleştirerek, bu sorunu bir nebze olsun küçültmeye çalışsa da, bu durum,  Milli takımları için gerçekten ciddi bir sorun oluşturuyor.

Ancak bu sorununu bir kenara bıraktığımız zaman, inanılmaz bir alt yapı ve scout sistemi görüyoruz İngiliz takımlarında. Arsenal’e zaten böyle bir yazıda değinmek yersiz ve bloglara sığamayacak cinsten.  Arsen Wenger’in kurduğu ve alt yapıda Steve Bould’un başında bulunduğu gerçekten çok iyi bir grup var ve dünyanın yer yerinden inanılmaz bir oyuncu akışına sahip Arsenal Akademisi.

Manchester United da aynı şekilde. Alt yapılarından her zaman Giggs, Scholes gibi takım ruhunu hiç bırakmayacak oyuncular çıkartmasını, görev adamları bulmasını iyi biliyorlar. Şu anda çıkarttıkları Darren Gibson, orta sahada gerçekten çok güçlü bir isim. Fletcher, Rafael ve Fabio kardeşler,  O’shea, Evans gibi İngiliz olmayan bir çok genç oyuncuyu bulup, onlara “ Kırmızı Şeytan “ ruhunu aşılıyorlar. Bu adamların en önemli yanı ise, İrlanda – Galler ekseni arasındaki en iyi oyuncuları bulup takıma kazandırmak. Bunların dışında, Wes Brown, Scholes, Beckham gibi çok değerli ingiliz oyuncular da, alt yapının ürünleri.

Chelsea ise, Abramoviç’in gelişiyle son 10 yıldır her konuda gelişmekte olan bir kulüp. Tabii bu gelişme, alt yapıda da  kendini gösteriyor. Dünyanın her yerinden oyuncu getiriyorlar. Sırbistan, Hırvatistan ve Hollanda pazarında çok aktifler. Son 2 yıldır Vitesse’yi neredeyse pilot takım olarak kullanıyorlar.
Everton çok fazla futbolcu alışverişi yapsa da, ne varsa alt yapısından çıkan gençlerinde var. Özellikte son 1-2 yılda, Baxter, Jack Rodwell, Anichebe gibi gençleriyle alt yapı olarak ışık saçıyorlar. Everton daha önce de Rooney’i dünya futboluna sunmuştu. Sunderland ise, bu sene parlattığı yıldızı Jordan Henderson ile, İngiliz futbolunun geleceği için umut oldu.

Southampton gibi her daim bir yıldız çıkartabilen, Crystal Palace gibi büyük takımlar için oyuncu pişiren kulüpler de var İngiltere’de. Böyle küçük takımlar, bu tarz alt yapı sistemleriyle de, kasalarına inanılmaz paralar koyuyorlar.  Mesela Southampton Saints Akademisi, şu anda İngiliz futbolunun odaklandığı Alex Chamberlian’ı parlatmakla meşgul.  Daha önce de, Gareth Bale, Theo Walcott, Wayne Brigde, İngiliz futbolunun en büyük golcülerinden olan Alan Shearer gibi yıldızları alt yapılarından çıkartıp büyük paralara satmışlardı.

İspanya’ya geçtiğimizde ise, yıllardır bir Barcelona gerçeği var. Johan Cruyff’un gelmesiyle “alt yapı ile üst yapı” olarak ayrılmaktan çıkan bir kulüp Barcelona.  Öyle bir sistem var ki şu anda, Barcelona B takımına kurallar el verse, La Liga’ya çıkıp şampiyon olacaklar. Büyük bir scout ekibinin çalışmasıyla bulunan gençler, geldikleri günden A takıma çıkacakları güne kadar hep aynı futbolu oynuyorlar ve bu da onların herhangi bir uyum sorunu yaşamamasını sağlıyor. Pedro, Messi, Xavi, İniesta, Pique, Puyol, Guardiola gibi isimlerle, Barcelona alt yapısının “La Masia”sının adı dünya futboluna altın harflerle yazılmış, insanların aklına tam anlamıyla kazınmış durumda. Tabii bunların hepsi büyük bir çalışmayla oluyor. Guardiola’nın da dediği gibi,  yıllar öncesinden, “ İniesta’nın, Xavi’den bile iyi olarak geleceği” biliniyor. Guardiola’ya, “alt yapıda Xavi diye bir çocuk var seni geçecek !” deniliyor. Bunların hepsi, uzun uğraşlar sonucu, geleceği görerek olabiliyor. Öte yandan, alt yapısında 24 yaşına gelmiş, 26 yaşına gelmiş ama hala B takımda oynayan oyuncular da var. Ama  takım 2. Ligde olduğu için, onların tek sorunu birinci ligde oynayabilmek oluyor.  Ee tabii, Barcelona alt yapısından da oyuncular çalınabiliyor. Örneğin, Pique’yi ManU çalmıştı ellerinden ama,  yuvaya geri döndü Gerard Pique. Fabregas da öyle ve bu yaz o da yuvasına dönecek büyük bir ihtimalle. Bu arada, transfer döneminde Manchester City, Barcelona B takımının gelecek vaat eden İsrailli oyuncusu Gai Assulin’i kadrosuna kattı. Yine bir ada takımı Blacburn Rover ise, Ruben Rochina’yı Barcelona’dan çaldı.

Ezeli rakip Real’de ise çok büyük bir alt yapı çalışması olmamış hiçbir zaman. Her zaman en iyilerin, en gösterişlilerin peşindelerdi onlar. Ama yıllar içinde orada da, takımın ruhunu yansıtan Guti, Raul, Hierro, Casillas gibi alt yapının ürünleri olan futbolcular çıkarak takımlarına büyük hizmetler vermişlerdir ki, bazıları hala hizmet vermeye devam etmekteler.

Bu iki dev hariç, sadece Bask bölgesindeki futbolcularla oynayan Atletic Bilbao da bir çok büyük oyuncu ve yetenekli genç çıkarmış. Son dönemde Llorente, Javi Martinez (alt yapısı Osasuna ) ve İker Munian bunun en iyi örnekleri.  Bunun dışında, 2005 yılında Chelsea’ye 12 milyon €’ya sattıkları Del Horno, Andoni Goikoetxea gibi isimler Bilbao alt yapısından yetişmiş ve dünya futbolunda önemli yer almışlardır.  Atletico Madrid, Valencia, Sevilla gibi takımlar da, son dönemde çıkardıkları Jesus Navas, Dominguez gibi isimlerle alt yapı çalışması içine girdiklerini gösterdiler. Zaman içerisinde bir de Real Sociedad’ın çıkarttığı alt yapı yıldızları var. Xabi Alonso, Bilbao efsanesi olsa da, Sociedad alt yapısı almış. Etxeberria, Javier Garrido gibi isimler de bu takımın en iyi dönemlerinden çıkan yıldızlardı. Sergio Ramos, Mendieta, David Silva, Cazorla gibi isimler ise, bir dönemin alt yapı çalışması ürünleri.
Son dönemde takımlar Barca’yı gördükten sonra, kendi içlerine daha fazla döndüler. Atletico Madrid yabancı stoperler alırken, bu dertlerinin devasını Alvaro Dominguez’de buldular. Aynı şekilde,  yabancı kaleciler varken, son yıllarda Asenjo denendi ama, olmayınca da, kendi içlerinden De Gea gibi süper bir kaleci çıkardılar.

Almanya’da ise sistem biraz daha farklı gibi geliyor bana. Alt sıradaki takımlar veya alt liglerdeki takımların alt yapılarından iyi oyuncular çıkıyor ve bu oyuncular hemen ilk görüşte kendilerini belli ediyorlar. Büyük takımlar, bu genç yaşta ki yıldız adaylarını hemen almakta hiç tereddüt etmiyorlar. Son dönemde, Dortmund sayesinde göze batan bir scout sistemi var.  Klopp yönetimindeki Dortmunt, Kagawa, Barrios, Lewandowski gibi futbolcuları neredeyse sıfır maliyetle bulup, getirip, oynatıp milyon €’ luk oyuncular haline getirdi.

Almanlar, 2000 Avrupa Şampiyonasından sonra bunun gerçek anlamda farkına vardılar ve önemini kavradılar. 2000 Avrupa Şampiyonasında Almanya sadece 1 gol atabilmiş ve  1 puan alabilmişti. İşte ondan sonra gerçek bir yapılanmaya giriştiler ve bugün meyvalarını topluyorlar.  Bu yeniden yapılandırma sürecinin odağında ise, futbol altyapı okulları vardı. 1. ve 2. Bundesliga’da mücadele eden profesyonel kulüplere “altyapı okulu kurmak” zorunluluğu getirildi.  Her akademide olduğu gibi, Almanya’da da takımlar genç oyunculara her türlü olanağı sağlıyor.  Şu anda Alman Birinci Ligi’ndeki tüm oyuncuların yüzde 52,4’ü, işte bu altyapı okullarından geliyor. Kulüpler, futbol altyapı okullarına bugüne kadar 600 milyon eurodan fazla parasal kaynak sağladılar. Örneğin Borussia Mönchengladbach’ın alt yapısı, Borussia-Park stadına 5-10 dakikalık bir mesafede.  Borussia Mönchengladbach takımının altyapıdan sorumlu yöneticisi Roland Virkus, kulübün futbol altyapı okulu hakkında, “Okulumuzda antrenman sahaları, sosyal konutlar ve idari birimler hepsi bir arada. Okul buradan arabayla beş dakikalık mesafede. Yani gençlerin zamanlarını iyi kullanmaları amaçlanıyor.” Marcel Jansen, Marko Marin, Marvin Komper gibi isimler Mönchengladbach takımının alt yapı okullarından çıkma.

Bayern’e ise fazla girmeye gerek yok. Her daim kendi alt yapısından yetiştirdiği değerleri var. Thomas Müller ve Badstuber ise son dönemdeki en önemli örnekler.

Bunlar sadece, ülkelerin futbol dünyaları içindeki bazı örnekler, ya da öne çıkanlar. Ülkemizde ise bunların hiç biri yok. Alt kademedeki takımlar arada sırada bir oyuncu çıkarabiliyorlar. Örneğin şu anda Konya Şekerspor Ömer Ali’yi, Altay Volkan Yaman’ı parlatıyor, ancak bu, düzenli bir hale getirilemiyor. Ülkemizde “scoutluk sistemi” ise, nerdeyse bir şehir efsanesi halini alacak.

Aylar önce Abdullah Avcı Ntvspor’a çıkmıştı ve -kendi ile birlikte- 4 kişilik bir scout ekibi olduğunu söylemişti. Bildiğimiz tek scout ekibi de budur herhalde Türkiye’de. Yeni yeni birkaç kulübümüz “Wyscout” sisteminden faydalanmaya başlasa da, bir çoğu hala menajerlerin önerdiği futbolcuları daha cazip buluyorlar.

“Alt yapı”, sonsuza kadar tartışmaya açık. En alt kademede oynanan Fenerbahçe-Galatasaray maçındaki küçücük çocukların kavgası, cahiliyetin alt yapıda bile yansıyan holiganizminin bir göstergesi. Bu çocuklara ne öğretiliyor ki, ne oynasınlar !? Galatasaray alt yapısında, en temel olarak ne alır şu anda genç yıldız adayları !?  Her sene bir şeyler değişiyor.  Değişime ayak uydurmayı öğretmek gerek o zaman alt yapılarda. Ama bu hepsinden zor. Belli bir sistemde, belli oyuncularla oynamayı öğrenen genç yetenekler, A takımlara çıktıkları zaman hiç sıkıntı çekmiyorlar. (Örnek : Barcelona). Rijkaard’la birlikte, alt yapıya Hollandalı bir hoca getirerek Galatasaray buna doğru bir adım atmıştı ama, ısrarcı olunmadı.

Bizim genç yetenek çıkarmadaki temel sorunumuz, onlara güvenmemek, gidip sakatlıktan bütün sezon yatan adamlara milyon €’ lar verirken, genç oyuncularımıza 1 milyon € ayırmamak. Alt yapılar için yapılan yıllık harcamalar çok gülünç boyutlarda. Bir çok kez, bir çok spor programına da konu oldu bu. Galatasaray’ın Bayan Psikiyatrisi Telegol’a çıkıp bunların hepsini dile getirdi. Emre Çolak, Anıl Dilaver, Semih Kaya, Galatasaray’ın son dönemde belki de yitirmekte olduğu değerler. Daha önce de, Özgürcan, Cafercan, Mülayim Erdem gibi, “gümbür gümbür geliyor” denen gençler yitip gitmişti. Çünkü bunların hiç birine gerçek bir şans verilmedi, gerçekten inanılmadı bu gençlere.

İniesta, Xavi, Messi, Guardiola… Bu futbolcuların hangisi başka takımlara kiralık olarak başka takımlara gitti !? Ya da gidenlerden, -mesela Avrupa’da Wilshere gibi- hangisi kendine bir şeyler  katabilecek takımlara gitti !? İşte en son örnek Arda Turan. Ersun Yanal’dan bir şeyler öğrenebildi Manisa’da ve sonra Galatasaray’ın en büyük yıldızı oldu. Bir başka örnek, Aydın. Abdullah Avcı’nın elinde rehabilite edilerek takımına döndü ama, tam olarak güvenilmedi ona ; önünde her zaman birileri oldu. “Süper” ama,Süper Ligimiz’de, maçlarda kadroda genç oyuncu bulundurma kuralı olmasa, hiç kimse çıkmayacak ortaya.
“Para” konusuna gelince, genç oyuncuya neden para verilmez anlamıyorum. Cenk Tosun’a mesela. Hiçbir büyük takım para verip almadı ama, Gaziantepspor onun değerini bildi. Sonuç, 11 maçta 10 gol. Hala İsmail Köybaşı’na verilen 6 milyon €’ya yananlar var. Bakın kaptan İbrahim Üzülmez gitti, o genç orada tek başına kaldı ve sırtlamaya çalışıyor yükü. Milli Takımın geleceği için de, tek sol bek adayı o’dur herhalde.

Fenerbahçe 2 yıl önce Abdülkadir Kayalı ve 2 genç oyuncu daha almıştı. Hangisinin ismi hala akıllardadır !? Belki bir tek Abdülkadir, o da artık geri dönemeyecek herhalde Fenerbahçe’ye.
Beşiktaş, hala gelecek seneye Ferrari’yi gönderip yabancı bir stoper almayı planlıyor. Ne gerek var ki ? İbrahim Toraman-Sivok- bonservisi alınacak olan Ersan ve tabii ki alt yapıda ışıldayan Atınç var. Bu formayı ona verdiniz de sırıttı mı o forma onun üzerinde !? Ne gerek var başka bir futbolcuya, koyun onu takıma, yoksa Semih Kaya olur başınıza.

Ülkemizde şu da hiç gözüme çarpmaz benim : Bir Southampton’ımız yok mesela. Neden yok !? Çünkü alt kademelerde bir oyuncunu yıllık geliri 4 bin lira. Üste çık, süper ama süper ligimize çık, bir oyuncunun 90 dakikalık oynama bedeli bu. Hangi alt kademelerde oynayan takım, gençlere ne para ayıracak da, ne yetiştirecek !?

Derwall’in Türkiye’ye ilk geldiğinde, “öncelikle geçici değil, kalıcı başarıların, çağdaş altyapı ve tesislerin” önemini vurgulamıştı.

Ve aynı şeyler hala vurgulanmakta ama, kime !?  Bu vurguya dikkat eden var mı !?

Ahmet Çizmeci (http://bayafutbol.blogspot.com)

Karadeniz Fırtınası Eski Hızını Yakaladı Mı ?


Eski dizilerden A Takımı’nı hatırlar mısınız ? Bir zamanların en tutulan dizisi olmakla birlikte, şu anda CSI gibi dizilerin atalarından biriydi. Hikayenin özünde, bir grup sorunlu ama yetenekli adam özel bir ekip oluşturup, teröre karşı savaşırlardı. İnsanın “keşke her ülkenin bir A takımı olsa” diyesi geliyor !

Hollywood’da da, bir grup sorunlu suçlunun İkinci Dünya Savaşı sırasında özgürlüklerini kazanmak için bir göreve gönderildiğini, Dirty Dozen filminde görebiliriz. Trabzonspor, bu sezon bana Süper Lig’in A Takımı gibi geliyor. Sorunlu oyunculardan kurulu Karadeniz Fırtınası nefes kesen bir şampiyonluk yarışı içindeyken, gelin hep birlikte bu performanslarını değerlendirelim.

Yetenekli Ama Sorunlu Adamlar
“Neden hiç bir zaman Türkiye’den yıldız oyuncu çıkmaz !?” diye yakınırız. Futbolun bu kadar ilgi gördüğü bir ülkede halen elde tutulabilir bir yıldız çıkmadı maalesef. Yıldız olma potansiyeli olup Avrupa’ya gidenler de, en fazla bir sene parlamayı başarabildiler. (Nihat, Emre v.b.) Fakat üç büyüklere ve Anadolu kulüplerine baktığımızda, teknik açıdan şu anki yıldızlardan hiç bir eksiği olmayan futbolcular geldi geçti ligimizden. Sergen Yalçın, Ceyhun, Yusuf, İlhan Mansız son senelerden ilk aklıma gelenler. Bu oyuncuların hepsi çok yetenekli olmakla birlikte, bir o kadar da, profesyonellik açısından çok gerideydiler. Hep bu oyuncuları suçlarken, haklı olarak onların karakterlerine değindik. Fakat unuttuğumuz bir konu, bu oyunculardan faydalanabilecek bir teknik direktörün de başlarında olmamasıydı.

Geçen hafta Fenerbahçe değerlendirmesinde, liderlerlerin insan ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunundan bahsetmiştim. Şenol Güneş Hoca insan ilişkileri açısından en önde gelen teknik direktörlerimizden biridir. Bir zamanlar yerli antrenörlerimizi ‘karizmatik’ bulmayıp, yabancı hayranlığına kendilerini kaptıran kulüplerimize, bu sezonun çok büyük bir ders olduğunu görmek gerçekten mutlu edici oluyor.

Bu konudan ilerlersek, Trabzonspor’u A Takımı’na dönüstüren etkenlerden en önde gelen unsur Şenol Hoca’dır. Elinde birbirinden sorunlu, Avrupa’nın ve Türkiye’nin çeşitli takımlarında oynayıp bir türlü tutturamayan oyunculardan bir takım oluşturmak, sadece insan ilişkilerinden geçer. Ligin ikinci yarısında adeta takımını sırtlayan ve Drogba’yı hatırlatan fizik gücü ve golleriyle Burak Yılmaz, teknik açıdan ligin en iyi oyuncularından Engin, senelerdir verim alınamasa da Avrupa’nın en kıvrak oyuncularından Yattara, yılların emekçisi Serkan. Bu oyuncuları tek tek sayınca, “evde son kalan malzemelerden bir yemek yaparmışcasına” gibi gelebilir. Ama bu oyuncular ligin ilk yarısında (Uğur Meleke’nin deyimi ile), “adeta küçük bir Barcelona gibi oynuyorlardı !” Trabzonspor’un oyuncuları özlerinde o kadar yetenekli ki, kendilerini oyuna verip istekli olduklarında, yenemeyecekleri takım çok az bulunur.

Gelin spor medyasında Trabzonspor hakkında yazılanlara bir göz atalım :

_________________________________________________________

Uğur Meleke

Süper Lig’de ilk yarıda birkaç küçük Barcelona vardı : Trabzon gibi, Kayseri gibi, iç sahadaki Karabük gibi, hatta Uygun’lu Eskişehir gibi… İkinci devreyle birlikte Spor Toto Süper Lig’deki Barcelona etkisi azaldı ; belki sona yaklaşıldığı, belki Mourinho’nun 4-5 pasla gole gidebildiği düşünce tarzı daha fazla benimsendiği için maçların ruh hali de değişti. Artık hemen hiçbir ekip 20-30 pasla kaleye gitmeye çalışmıyor, herkes takım savunmasını kusursuz uygulayıp az pozisyondan çıkaracağı kısıtlı üretimle sonuca varmak istiyor.
Aslında “Küçük Barcelona” lıktan sonra “Küçük Inter 2010” luğu da en iyi uygulayan takımdı Trabzonspor… Son 6 maçı kazanırken kalelerinde yalnızca iki (bireysel hata sonucu) gol gördüler, tam 630 dakikadır takım savunmasında çok az açık verdiler. …..

… Ama Trabzon’2011′in, Inter’2010’a göre en önemli eksiği az pozisyondan çok skor üretme becerisi. Trabzon’un bir hareketle tabela değiştirebilecek kendi Milito’su, kendi Sneijder’i yok ; ya da en azından uzun zamandır formsuzlar. Bordo-mavililer’in uçtaki ikilisinden Umut’un son 11 maçta 2, Jaja’nın son 16 müsabakada 4 golleri var ! Son birkaç aydır Trabzon’un bütün skor yükü Burak’ın üstüne binince, muhakkak bu kahramanın da yılacağı bir gün gelecekti. Galiba o gün de dündü..

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/futbol-genel/ugur-meleke/23-04-2011/defansif-zirve-ofansif-dip/337635.aspx

Hami Mandıralı

Kapanan Eskişehir defansına karşı, sağdan ve soldan gerekli destekler gelmeyince oyuncuların bireysel becerilerine kalan maçlarda özellikle orta saha ve forvetin diğer maçlara göre etkisiz olması, pozisyon yaratamaması, ikinci yarı Umut‘un net bir pozisyonu gole çevirememesi, Burak‘ın diğer maçlara göre etkisiz olması Trabzonspor‘un kazanamamasında etkili rol oynadı.
Takım oyununda hep aynı futbolculardan beklenti içinde olununca sıkıntılar doğuyor. Onun için başka oyuncuların da aktif olarak saha içersinde aktif rol alması lazım.

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/futbol-genel/hami-mandirali/23-04-2011/tolganin-gecesi/337557.aspx

İskender Günen

Şampiyonlukta kenarda bekleyen oyuncuların sahaya girdikleri zaman yapacakları katkı çok önemlidir. Trabzonspor’da ikinci yarıda oyunun kilitlendiği anda yedek kulübesine baktım. Fiziksel yönden tamamen tükenmiş Yattara ve Ocak ayı transferi Brozek oyuna ‘kurtarıcı’ diye alındılar.
İşte bu alternatifsizlik ve kadro derinliğinin olmaması, Trabzonspor’un şampiyonluktaki en büyük dezavantajıydı.

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/futbol-genel/iskender-gunen/23-04-2011/buyuk-bir-yara/337536.aspx

______________________________________________________

Peki bu kadar övgüden sonra onları ligin ikinci yarısında puan kayıplarına iten nedir ?

Trabzonspor’un en büyük düşmanı yine kendisi oldu ligin ikinci yarısında. Bu kadar sorunlu oyuncuyu bir arada tutup uzun vadede başarı elde etmek gerçekten çok zor bir görev. İlk yarıdaki başarının öncülerinden Engin Baytar, ikinci yarıda neredeyse hiç oynamadı. Umut, senelerdir kendini geliştiremese de, mücadelesi ve isteğiyle Burak’ın bu performansa gelmesini sağlayan en önemli etkenlerden. Fakat kaçırdığı goller ile şampiyonluk yarışında takımını zora sokan en önemli isimlerinden biri olmayı da yine o başardı. Jaja ve Coleman, konsantrasyon eksikliklerinden, en fazla 16 maç verim alınabilecek futbolcular. Bir takımın başarısı bu tür oyunculara bağlanırsa, uzun vadede puan kayıpları yaşaması kaçınılmaz olur. Selçuk İnan, Egemen, Giray ve Serkan Balcı takımın gol yemesini engellese de, takım gol yollarında ciddi anlamda sıkıntı çekiyor. Şampiyon olmak ve seneye Avrupa’da başarılı olmak için mutlaka kadro derinliğinin geliştirilmesi gerekiyor.

Trabzonspor her zaman bu ligin renklerinden biri olmuştur. 27 senedir şampiyonluk yaşamamış olsalar da, halen Süper Lig’e çıkıp şampiyon oldukları seneler büyük bir heyecanla anlatılır. 90’larda Hami, Ogün ve Şota’lı Trabzonspor’un, günümüzde yavaş yavaş özüne döndüğünü görmek büyük bir zevk ! Şampiyonluğu kazanamasalar da, bu Trabzonspor’dan uzun seneler bahsedeceğimizi düşünüyorum.

Okuyucu Sorusu: Sizce Trabzonspor’u ilk yarıda başarılı yapan neydi ve ikinci yarıda puan kayıplarına neden olan etken nedir ? Takımda seneye mutlaka değişmesi ya da takviye yapılması gereken futbolcular ve mevkiiler nedir ? Şenol Güneş’i bir teknik direktör olarak nasıl buluyorsunuz ? Sizce 27 senedir neden Trabzonspor şampiyon olamıyor ?

26 Nisan 2011 Salı

12’YE 4 KALA



Küme düşecek takımlar artık iyice netleşti.

Şampiyon takım ise hala belli değil ama, şampiyonlar liginde oynama hakkını elde eden iki takım kesinleşti : Fenerbahçe ve Trabzonspor.

12’ye 4 kala, Fenerbahçe, aynı puana sahip olmasına rağmen, averaj üstünlüğü ile liderliği Trabzonspor’dan devraldı.

Şampiyonluk yarışında yelkovan bir “tık” daha ilerlerken, ardında yine unutulmaz an’lar, unutulmaz anılar bıraktı bizlere.

Heyecan, hüzün, korku, sevinç, üzüntü, coşku, öfke, hasılı saniye göstergesinin her bir ilerleyişinde nice karmaşık ve içiçe geçmiş duygularla, ardında tartışılan hakem kararlarını, yergileri, övgüleri hatta bir futbolcunun da gözyaşlarını bırakıp geçti gitti bir haftasonu daha.

Gelecek hafta sonunda bu nefes nefese yarış yine sürecek ve kimbilir yine neler olacak !? Zaten futbolun keyfi de burada işte ; “Kimbilir neler olacağının” önceden bilinmemesinde.

Birincisi ancak foto-finish’le belirlenen yarışların heyecanı bambaşkadır. İşte bu yarış da, o lezzette bir yarış. 12’ye 4 kala, iki rakip at başı koşmaya devam ediyorlar. Aralarında sadece santimetreler var.  Böyle bir finali izleyebilmek her zaman kısmet olmaz. Kıymetini bilip, keyfini sürmeye devam edelim.

Ancak devam ederken de, sonunda ipi yalnız biri göğüsleyeceğini, ama ikisinin de şimdiden alkışı hakettiğini aklımızdan çıkartmayalım. Yarışın sonunda, şampiyonluğun getireceği mutluluk doya doya yaşanmalı elbet ; ama bu yarıştaki ikincilik de hiç öyle derin hüzünlere değil, övünç ve gurur duygularıyla karşılanmalı bence. Öyle ya, “emek”, her koşulda saygı görmeli...

21 Nisan 2011 Perşembe

Haftanın Öne Çıkanları 21.04.2011



Bundan sonra her Cuma günü haftanın öne çıkan blog yazılarını sizinle paylaşıyoruz ! Hafta içinde o kadar yoğun oluyoruz ki bazen nasıl bittiğini bile anlayamıyoruz. Bu yoğunlukta kaçırmış olabileceğiniz ve öne çıkan yazıların en fazla 5 tanesini her Cuma günü sizinle paylaşacağız. Çok fazla blog olduğu için de önceliği daha az bilinen ve yeni açılmış bloglara vereceğiz. Her yazı kıymetlidir, sizin yazınızı bu hafta seçemediysek mutlaka haftaya paylaşırız ! Bize yardımcı olmak için Twitter’dan ya da mail yoluyla yazınızı paylaşırsanız seçilme şansınız artacaktır. İyi okumalar !
_______________________________________________________

Beton Ali Harikalar Diyarında: İsmi kadar ilginç bir blogdan çok güzel bir maç değerlendirmesi…Kaybetmek keşke hep böyle karşılanabilse !
http://betonaliharikalardiyarinda.blogspot.com/2011/04/ben-senin-kupay-alabilme-ihtimalini.html

Herşeyin Kafasını Yaşayan Site: Hayatı delice yaşamak isteyenler için çok güzel bir yazı.
http://doludusunboskonus.blogspot.com/2011/04/hayat-sana-benzer.html

Sıradan Bir Blog: Sıradan Bir Blog’dan, sıra dışı bir heykel yorumu.
http://www.siradanbirblog.com/heykel-meselesi.html

Dumansız Hava Sahası: Uzun süredir çevremde de duyduğum Kartal Yuvası sıkıntısı çok güzel yorumlanmış.
http://snyigit.wordpress.com/2011/04/17/pazarlama-ve-kartal-yuvasi/

Onyedi Mayıs 2000: Futbol yönetimlerinin dikkat etmesi gerekenleri yazan çok güzel bir eleştiri.
http://onyedimayis2000.blogspot.com/2011/04/mehmet-helvac-neden-baskan-olmamal.html

KONUK YAZAR KÖŞESİ : Mert Pırlant’dan, “İzmir’de Futbol”

Geçen haftaki konuk yazarımız Rıdvan Nicolas Erdem, bizi “Fransa’da futbola nasıl bakıldığı” konusunda aydınlatmıştı. Bu haftaki konuk yazarımız Mert Pırlant ise, ülkemizdeki bir şehrimizde, “İzmir”de futbola nasıl bakıldığı” konusunda bize ışık tutuyor. “Futbolumuzun beşiği” olduğu gerçeği maalesef giderek unutulan bu güzel şehrimizde yaşayan Mert Pırlant’ın, yürekten bağlı olduğu kulübü Göztepe üzerinden yaptığı açılımlarla “İzmir’deki futbol” hakkında verdiği değerli bilgilerin ilginizi çekeceğine ve güzel yazısını keyifle okuyacağınıza eminiz.
Mert Pırlant’a http://twitter.com/#!/MertPrlant adresinden ulaşabilirsiniz.

İZMİR’DE FUTBOL



Fevzi, Ali, Gürseller, Nerede Kaldı O Günler ?

Her insan tutacağı takımı başkalarının etkisiyle seçebilir. Fakat gönülden bağlandığı ve uğruna bir şeyler yapmak isteyeceği takımı kendi seçer. İstanbul takımları bu bağlamda tam bir maşa görevindedir. Aile ortamlarında bile, “hangi takımlısın sen ?” sorusuna alınan cevap tatmin edici olmazsa, “haydi gel sen ‘bizim’ takımlı ol !” denir. Bu yıllardır süregelen bir durum olduğu gibi, bundan sonra da mutlaka devam edecektir.

Bahsettiğim bu durumun yaşanmayacağı tek il belki de İzmir’dir. İzmir’de çocuklar doğduğu zaman İstanbul takımlarını değil, kendi semtlerinin takımlarına bağlanırlar ve o çocuklara “haydi gel sen bizim semtin takımını tut !” diyemezsiniz. Bu gerçek, Türk futbol kültürü içinde istisna olabilecek bir durumdur.

İzmir’in -neredeyse- her semtine ait bir takım vardır. Göztepe, Karşıyaka, Altay, İzmirspor ve son yıllarda Bucaspor İzmir’i temsil eden spor kulüplerinin içinde en etkili olanlardır.
Türk futbolunun bir zamanlar övünç kaynağı olan İzmir takımları, son yıllarda alt liglerde mücadele etmektedir. Zamanında Avrupa’da mücadele etmiş, Türkiye içinde kupalar, şampiyonluklar kazanmış takımlar, şimdilerde çeşitli nedenlerle alt liglere mahkum olmuş durumdalar. Bu hususta en yetkin olduğum kulüp olan Göztepe’nin, yönetimsel hatalar yüzünden amatör lige kadar düştüğünü üzüntüyle belirtmek isterim.

Özellikle bahsettiğim “semtcilik” kavramı, bu bağlamda İzmir’e köstek olmuştur diyebiliriz. En yakın örneklerden biri de, Süper Lige çıkan Bucaspor’un şehirden hiç destek görememesidir. Bucaspor’un eski teknik direktörü Samet Aybaba “İzmir’de semt sevgisi var, futbol değil” sözleriyle, durumu çok kısa süre yaşamış olmasına rağmen açıklayabiliyor. Destek denilen şeyin sadece taraftar sayısı olmadığını da söylemek istiyorum. Valisi, Belediye Başkanı, Milletvekili her takıma aynı mesafede olmayı tercih ediyor. Aksi bir durumda diğer takım yönetici ve taraftarlarından şiddetli bir tepki alacaklarının farkındalar…

“Biz kötü gününde kavgayı seçtik /  Ölüm vız gelir”sloganı, amatöre kadar düşen Göztepe taraftarının sıkça söylediği bir bestedir. Görünüşte sıradan bir tribün bestesi olarak görünse de, içinde pek çok anlam barındırmaktadır. İzmir takımları alt liglerde mücadele etmesine rağmen, taraftarları hiç bir zaman takımını yalnız bırakmamıştır. Şehir her zaman futbolla olan birlikteliğini korumuştur. Şehrin futbol kültürünün bu kadar canlı olmasının etmenlerinden biri de, “İzmir Derbileri” dir. 1981 senesinde oynanan ve 80 bin taraftarın izlediği Karşıyaka – Göztepe maçı, Türkiye tarihinden öte, dünya tarihinde yerini almıştır. Bugünlere nazaran o maçta tek bir olayın bile yaşanmaması, günümüzde şiddetin ne kadar ön planda olduğunu gösteriyor.
Karşıyaka 1912′de kuruldu. Tam on üç sene sonra, 1925′te de Göztepe’miz… Onlar biz “İzmir’li değiliz, Kaf-Sin-Kaf’lıyız” diyor, plakalarına 35 ½’leri ekliyor. Biz Göztepeliler ise, “İzmirliyiz, Göztepe’liyiz” diyoruz ve “tam 35 Göztepe” diye haykırıyoruz pankartlarda.

Yıllar yılları kovaladı, ama aynı şehrin düşman kardeşleri bir türlü anlaşamadılar ortak bir noktada. Bu tarz derbilerin büyüklüğü şimdilerde oynanan futboldan öte, çıkan olayların boyutuyla değerlendirilmektedir. Sokaklarda Galatasaray ve Fenerbahçe formalı insanları yan yana görebilirsiniz ama, bu Göztepe – Karşıyaka rekabeti için asla  gerçekleşemeyecek bir şeydir.

Dışarıdan, özellikle de İstanbul’dan bakıldığı zaman, tüm bu anlattıklarıma anlam veremeyen çok insan mutlaka ki olacaktır. Sürekli başarısı olmayan, herkesin izlemediği, popülerliği sadece yerel olan bir takıma gönül vermek Türkiye’de çok zor. Göztepe Süper lige çıkınca “Efsane Göztepe” başlıklarını atan gazeteler, bugün Göztepe galip geldiği haftalarda bile tek bir satır haberini yapmıyorlar. Ülkemizde güncel olmayan her şey değerini kaybediyor.

Efsane oyuncularımızdan Büyük Mehmet anlatıyor :

“Türkiye Kupası’da oynanan Ankara Demirspor maçı Mehmet Aydın’ın hayatında önemli bir yer taşıyan maçtı. İlk maçı Göztepe’miz Ankara’da 3-1 kaybetmişti. Rövanş İzmir’deydi. Maçın ilk yarısı 1-0 konuk ekibin üstünlüğüyle sona erdi. Soyunma odasına girildi. Kimse konuşmuyordu. Alsancak Stadı zemininden merdivenlerle yukarı çıkarken basamaklarda Kaptan Gürsel Aksel durdu ve geriye döndü : ‘Durun !’ dedi ve ekledi : ‘Söyleyeceklerim var !’ Arkadaşlarından çıt çıkmıyordu. Gürsel devam etti : ‘Arkadaşlar görüyorum ki, hepiniz maçı şimdiden bitirdiniz. Tatil hesapları yapıyorsunuz. K.Mehmet, B.Mehmet ve sen Çağlayan sizlere söylüyorum. Biz 7 kişi hücum oynayacağız. Siz üç kişi defans yapacaksınız. Bize neden yardım etmiyorsunuz diye sakın tepki göstermeyin’ dedi.

Takım sahaya çıktı. Göztepe’miz saldırıyor, Ankara ekibi sahasından bile çıkamıyordu. Önce Fevzi, ardından Fuji, sonra yine Fevzi üst üste golleri sıraladılar. Maç 3-1 olmuştu. Gidiyor denilen maç bir anda dönmüştü. Dakikalar 86′yı gösterdiğinde sağdan Ertan orta yaptı ve ben dördüncü golü, yani tur golünü attım. O an öyle mutluydum ki ! Sonra Bursa’yı ve finalde de Eskişehir’i yendik, Türkiye Kupası’nı kazandık. Ardından Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı Fener’i yenerek müzemize götürdük. Ama o konuşmanın bizim üzerimizde gerçekten çok büyük etkisi olmuştu.”

Bizler efsaneyi büyüklerimizden, zamanında Büyük Mehmet’in anlattığı gibi hikayelerden dinlediğimiz için, hiç bir zaman ikinci bir takım destekleme gereksiniminde bulunmadık. Bizler Göztepe’yi, Koca Kaptan Gürsel, İngiliz Nevzat, Pepi Mehmet, Bombacı Halil, Buldozer Fevzi ve daha nicelerinin anılarını dinleyerek öğrendik. Efsane kadrodan bahsetmişken, kazandıkları başarılardan bahsetmemek olmaz. Göztepe Efsane kadrosuyla 1964′ten 1971′e kadar, 5 kez Fuar Şehirleri (şimdiki adıyla UEFA), 2 kez de Kupa Galipleri olmak üzere tam 7 kez Avrupa kupalarında mücadele etti. Oynadığı 30 maçta, 10 galibiyet, 2 beraberlik, 18 yenilgi aldı. Attığı 37 gole karşılık 48 gol yedi. 2 defa Türkiye Kupasını ve 1 kez de Cumhurbaşkanlığı Kupasını kazandı. Bu zamanları yaşayamamış olan ben ve benim gibiler, büyük takımların popülerliği yerine, “Efsane Göztepe” ile övünmeyi seçtik. Bunu insanların anlamasını beklemedik ve sürekli takımımıza destek verdik.

Bu sevgiyi ufaklıktan beri yaşayan ben Mert Pırlant, bugünlerde takım sevdamı Göztepe.com yazarlığı yaparak sürdürmekteyim. Göztepe şu anda Spor Toto 2.ligde mücadelesini sürdürmektedir. Seneye Bank Asya 1.lig macerasına başlamasına kesin gözle bakıyoruz. Takımın Sportif Direktörlüğünü, herkesin yakından tanığı Ali Gültiken yapmaktadır.

Günümüz futbolunda vasıflı yönetici bulmak belki de en zor konuların başında geliyor. Fakat Ali Gültiken yaptığı transferler ve takıma kattıklarıyla, gelecek adına Göztepeliler’i sevindiren bir yönetici modeli olmayı başarmıştır. Takımımıza Tayfun Özkan, İzzet Kaya, Orhan Terzi gibi deneyimli oyuncuların katılmasını sağlamıştır.

Bu sezon Göztepe, taraftarının istediği gibi ofansif futbol oynayan, her maça galibiyet parolasıyla çıkan bir takım kurmuştur. Eleştirildiği tek nokta ise, Teknik Direktör Özcan Kızıltan’dır. Taraftarlar tarafından takıma istediği oyunu oynatmadığı gerekçesiyle, hoca konusunda hem yönetime, hem de Ali Gültiken’e büyük baskı uygulanmaktadır. Gözden kaçırılan en büyük gerçek ise, Ali Gültiken sayesinde, Göztepe’de tam 23 yıl sonra, sezona başlayan hocayla sezon sonu getirilmiştir…

“Alayına İsyan / Ölümüne Göztepe” felsefesiyle yola çıktığımız amatör maceramızdan sonra, özlenen günlere geri dönüyoruz…

Bizler gelene kadar çok çileler çektik, çok ağır yaralar aldık, ama sevdamızdan vazgeçmedik. Göztepe var olduğu sürece taraftarı yanında olacaktır. Boşuna demiyoruz “Biz kötü gününde kavgayı seçtik / Ölüm vız gelir”…

(Bu yazı için bana bloglarında yer ayıran Kırgız ailesine çok teşekkür ediyorum. Elimden geldiğince, bildiklerim doğrultusunda, Göztepe odaklı olarak İzmir futbolu hakkında bilgi vermeye çalıştım. Herkese bol galibiyetli, mutlu günler diliyorum! :)

Mert PIRLANT

19 Nisan 2011 Salı

Diriliş !!! Fenerbahçe En Sonunda Beklenen Patlamayı Yaptı Mı?


Hollywood’un bize alıştırdığı her konu gibi, aksiyon filmlerinin de mutlaka uyması gereken bir hikaye akışı vardır. Hikaye her ne kadar gerçek dışı ya da gerçekçi olursa olsun, mutlaka kahramanımız amacına ulaşmadan önce dayak yemelidir. Aslına bakarsanız bu çok mantılıdır. Çünkü film boyunca beklediğimiz son dövüş 5 saniyede biterse, bütün izleyiciler protestoyla karşılaşırlar ! Kim unutabilir Steven Seagal’in bir kredi kartıyla kendisine silah doğrultmuş 4 kişiyi bir hamleyle saf dışı bıraktığını ? Ya da en mutsuz günümüzü bile kurtaran Dünya’yı Kurtaran Adam’ı ? Cüneyt üstadımız sadece bir ok atışıyla cadılar bayramı kostümleri giymiş 50 kişi saf dışı bırakır, hafif bir zıplayışla kale duvarlarını aşar, bir bakışla bizi mest eder ! Hiç şüphesiz bu konuda en iyi örnek Rocky filmleri olacaktır. Her filmde ciddi anlamda dayak yiyip karşılaşmayı kaybetmek üzereyken, son anda gücünü toplayıp ayağa kalkar ve şampiyonluğu kazanır. Fenerbahçe bu sezon böyle bir klasik aksiyon hikayesini andırıyor . Bu haftaki takım değerlendirmelerimizde konumuz Fenerbahçe. Gelin sakin sakin fikirlerimizi paylaşarak, F.bahçe’nin bu sezonki performansını değerlendirelim.

Yerli Teknik Direktör Farkı

Futbol gittikçe evrensel bir oyun olmaya başladı. Artık bırakın kulüp takımlarını, milli takımlar bile farklı memleketlerde doğmuş futbolculardan kurulu oluyor. Fakat bu, her ülkeden gelen bir teknik direktörün her yerde başarılı olabileceği anlamına gelmez. Ülkemize gelen, büyük umutlar bağladığımız yabancı hocaların hemen hepsinin, benzer nedenlerden başarısız olduğunu görüyoruz.

Öncelikle insan ilişkileri, futbolcularımız ve ülkemiz için çok önemli. Taktik açısından her ne kadar mükemmel bir hoca olsanız da, insan ilişkileriniz kötü oldu mu, sonunuz Aragones, Rijkaard, Schuster ve Del Bosque gibilerinden farklı olmuyor. Bu teknik direktörlerin başarısızlıklarında, yönetimlerin de yeterli destek vermedikleri için payı büyük, ama hepsinde ortak özellik olarak yüksek ego ve yetersiz insan ilişkilerini görüyoruz. Mourinho’yu şu anda en iyi teknik direktör yapan unsur insan ilişkileri (kendi takımıyla tabii) ve teknik bilgisinin üst düzeyde olmasıdır. Yönettikleri takımlara Şampiyonlar Ligi Çeyrek Finali yaşatan Zico ve Lucescu’nun, aynı zamanda insan ilişkileri konusunda çok başarılı olmaları bir tesadüf değildir.

Bu düşünceden devam edersek, sezon başında Aykut Kocaman’ın takımın başına gelişi, Fenerbahçe'nin Zico’dan beri insan ilişkilerinde en başarılı hocalardan birine sahip olmasına neden oldu. İlk yarıda herşey Fenerbahçe için kötü giderken bile, ona destek olmanın ne kadar doğru olduğunu şimdi görüyoruz. Herşeyden önce Aykut Hoca, her ne kadar saha dışında şov yapanlara alışmışlara soğuk ve durgun gelse de, oyuncularıyla en iyi geçinen hocalardandır. Bunun en basit örneğini, alehine konuşan Santos ile sorunların hepsini çözüp, takımdan ayrılma noktasına gelen bir oyuncudan tekrardan ilk onbir oyuncusu yaratmasıdır. Aykut Hoca aynı zamanda egosu şişkin biri değil. Yaptığı hataları kabul edip onlardan ders çıkarmaya çalışan biri olmakla birlikte, başarıya da aç bir teknik adam. Oyuncu transfer edilirken hep başarıya aç ve istekli futbolcular alınmalı diyoruz ; bu felsefeyi aynı anlamda teknik adam seçiminde de kullanırsak çok daha başarılı olacağımızı düşünüyorum.

Dilerseniz spor yazarlarının Fenerbahçe hakkında yazdıklarına bir göz atalım :

_____________________________________________________________

Gürcan Bilgiç

Fenerbahçe'nin kolayı zora döndüren formülleri var. Beklerini hücuma sokması, duran toplardaki setleri, tecrübeli oyuncularının sorumluluk alması. Ama hepsine baskın olan özelliği Alex elbette.

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/fenerbahce/gurcan-bilgic/17-04-2011/mutlulugun-resmi/335561.aspx

Altan Tanrıkulu

FENERBAHÇE’yi geçen yıldan farklı kılan en büyük özelliği neydi ? Hızlı ve dikine oynayan futbolcuların çoğalması.. Niang gibi.. Dia gibi.. Stoch gibi...
Bu üç oyuncunun aynı anda olmaması, takım ne kadar istekli ve baskılı oynarsa oynasın, bir maçı akıllara getiriyor hep... Geçen yıl şampiyonluğun kaçtığı Trabzonspor maçını.. Stoch hem çabuk adam eksilten hem de rakibe baskı yapan bir oyuncu.. Dia çok çabuk ve sıfıra inerek çok tehlikeli oluyor.. Fenerbahçe bu oyuncularla başlasa, hem Bursaspor hem de Gaziantepspor’u daha erken çözebilirdi.. Bu kadar baskılı oynayan ve golü bulamayan F.Bahçe’de, Aykut Kocaman’la sezon başından beri bu oyun tarzı yüzünden ters düşüyoruz.. Ama bu takımı ayağa kaldırıp şampiyonluk potasına sokan da, sabırla dünkü maçı yöneten de o.. O yüzden tercihlerine saygı duymak kalıyor bize..

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17568081.asp

Halil Özer

Ben son 10 yıldır her şeyini bu kadar ortaya koyan bir Fenerbahçe hiç hatırlamıyorum. Genelde yavaş, dirençsiz ve sadece yıldızlarını bekleyen Fenerbahçe DNA’sına aykırı bir durum bu. Yani tamamen her şeye aykırı bir Fenerbahçe. O yüzden ligin devre arasında Antalya’da her ne yaşandıysa oradaki olay bir tez olarak ortaya koyulmalı. Bu kolay elde edebilecek görüntü değil. Ligin ikinci yarısından itibaren sadece bir beraberlik alıp diğer tüm maçları kazanmak bugün Türkiye’de hiçbir takımın yapabileceği bir iş değil.

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/futbol-genel/halil-ozer/17-04-2011/aykiri-fenerbahce/335683.aspx

Ridvan Dilmen

Fenerbahçe'nin defansı hatasız oynuyor. Herkes görevini iyi yapıyor.
Gökhan Gönül mükemmel bir sezon geçiriyor. Fenerbahçe aslında dolu dolu oynamayarak ama doğru oynayarak kazandı. Galip gelmesi gereken bir maçı aldı.
Fenerbahçe ligin ilk yarısında kırılgan bir yapıdaydı.
Sarı-lacivertliler ligin en organize olan, sahaya en iyi yayılan takımı.
Geriye düşse bile panik yapmıyor, üstesinden geliyor.
Fenerbahçe camiası uzun zamandır yapmadığı bir şey yapıyor. Ligin ilk yarısında 9 puan gerisinde kalmasına rağmen takıma inandı, destekledi. Geçen hafta Bursa ile berabere kalmış takıma da destek verdiler.
Bu pozitif düşünce böyle galibiyetleri getirir.

http://www.sporyazarlari.com/ffutbol/fenerbahce/ridvan-dilmen/10-04-2011/dolu-dolu-degil-dogru-oynadi/333162.aspx

__________________________________________________________

Futbolcu İstikrarı:

Bir takımın motivasyonu ve istikrarı en önemli unsurlardan biridir. Bunları sağlamak için de oyuncuların birlikte oynamaya alışmaları gerekiyor. Barcelona’nın şu andaki başarısının en büyük nedeni ilk onbirde oynayan oyuncuların yarısından fazlasının uzun süredir birlikte oynamasıdır. Fenerbahçe son 8 senedir (2008-09 sezonu hariç) hep şampiyonluk yarışının içinde oluyor. Bu sezonlar içinde ya birinci, ya ikinci bitirmiş ligi. Burada elbette Alex faktörü çok önemli, ama takımın omurgasını oluşturan oyuncuların uzun süredir birlikte oynaması da büyük bir etken. Gökhan Gönül, Mehmet Topuz, Emre, Alex, Lugano, Santos ve Volkan en az iki senedir birlikte oynuyorlar. Normalde iki sene uzun bir süre değildir, ama büyük takımlarımızın yönetimlerinin bizi getirdiği noktada iki sene bile çok uzun bir süre oluyor. Artık Fenerbahçe her maçta Alex’in şapkadan tavşan çıkarmasını beklemiyor. Tüm takım sanki sezonun son maçıymış gibi 14 maçtır canla başla oynuyor ve taraftarını memnun ediyor. Bir takım kötü oynayabilir, ama asla kötü mücadele etmeye hakkı yoktur.

CK

Okuyucu Sorusu: Sizce ilk yarı ile ikinci yarı arasında Fenerbahçe’deki en büyük fark nedir ? İkinci yarıya 9 puan geride başlamış olmasına rağmen liderden iki puan geride olmasında en büyük etken nedir ? Şampiyon olsa da olmasa da takımda neler değişmeli ve neler kalmalı ? Fenerbahçe’nin şampiyonluk yarışında şansı sizce ne kadardır ?

*** Özel Soru : Bir aksiyon filminden hatırladığınız en güzel ya da en komik anı nedir?

12'YE 5 KALA





Süper Lig’in tabanı sanki daha bir belirlendi gibi ama, tavandaki yarış aynen devam ediyor.

Fenerbahçe, maçın son dakikalarında direkten çok uygun dönen bir top sayesinde, yarışta da direkten dönmüş oldu. Trabzonspor ise, “1 Burak golü = 3 puan” istikrarını bu hafta da sürdürdü.

12’ye 6 kala söylemiştim, “her an her şey olabilir” diye, nitekim öyle de olmakta.

Zirve yarışındakilerin maçlarında, irili ufaklı bir çok hadise yaşandı : Hakem hataları, topun onları sevdiği ve sevmediği anlar, sararan, kızaran oyuncular ve daha niceleri ...

Fenerbahçe – Gaziantepspor maçında, hakem Fenerbahçe’nin hakettiği penaltıyı ya da penaltıları verseydi ne olacaktı, kim bilir !? Belki Alex uzun süredir ilk kez penaltı kaçıracak, bu durum takımının moralini bozacak, Gaziantepspor ise farklı motivasyonla coşacaktı. Belki de kaptan, her zamanki gibi topu ağlara gönderecek ve Fenerbahçe farka gidecekti.

Hakem penaltı çalmadı ve bunlardan hiçbiri olmadı. Peki bu durumda maçın 49. dakikasında Gaziantepsporlu Olcan Adın’ın şutu bir kaç derece açı farkıyla üst kale direğinin alnı yerine altına çarpıp içeri girseydi ne olurdu !? Belki Fenerbahçe dağılır, o fırsattan istifade Gaziantepspor skoru arttırır, belki de  Fenerbahçe, bu sezonun ikinci yarısında çok defa yaptığı gibi, golden sonra iyice geriye yaslanabilecek rakibine bir kaç gol atıp maçı lehine çevirebilirdi.

Hele artık maçın sonuna gelmişken, Stoch’un şutu direğin tam da o noktasına değil ama, sadece birkaç milimetre sağına, soluna veya üstüne, altına isabet etseydi acaba ne olurdu !? Belki top farklı sekip taç çizgisine doğru, belki kaleciye, belki de bir başka Gaziantepsporlu’ya doğru yönelirdi. O zaman da Fenerbahçe’nin lider ile puan farkı, 12’ye 5 kala 4 puana çıkmış olurdu.

Aynı şekilde Trabzonspor – Bursaspor maçının 25. dakikasında önce Ozan İpek’in vuruşu kale direği yerine, onun 3-5 parmak altına yönelseydi, sonra da Battala’nın boş kaleye vuruşunda top, Giray’ın mucizevi müdahalesinde ayağını ıskalayıp ağlarla buluşabilseydi ne olurdu !? Ya da Burak’ın gol vuruşundan önce attığı çalımıda, top Bursaspor’un defans oyuncusu İbrahim’in bileğine çarpıp önüne düşmesi yerine, topuğuna çarpıp da arkasına düşseydi !?

İşte bu “olmuşlar olmasaydı ama olmamışlar olsaydı”lardan daha yüzlerce üretebiliriz. Ama olanlar olmuş, olmayanlar olmamıştır, ötesini ise asla bilemeyiz.

İşte biz futbolseverler her hafta sonu, önceden içinde neler olacağını asla bilemeyeceğimiz, çok bilinmeyenli, çok değişkenli, çok ihtimalli doğaçlama bir oyunu izliyoruz. O oyunun adı “futbol” ve futbol’un keyfi de tam orada zaten. Yani “her an herşeyin olabilecek olması”nda...

Sakın unutmayın, futbolda her zaman iyi olan, iyi oynayan, hakkeden kazanır diye bir nitelik, bir kural yok. Maçların sonuçlarını oyunu değerlendiren bir jüri, bir bilirkişi heyeti, bir mahkeme belirlemiyor. Sonucu belirleyenler, haklı veya haksız, şanslı veya şanssız, ama sadece yeşil sahada olanlar, yeşil sahada gerçekleşenlerden ibaret. İşte onlardır ki heyecanımızı artırıyor, adrenalimizi yükseltiyor, bize çeşit çeşit duyguları peşpeşe yaşatıyor.

Şunu da sakın unutmayalım, yeşil sahada gerçekleşmiş olanlar, taraftar olarak bizi mutluluktan göklere de yükseltebileceği gibi, kahırdan yerin dibine de batırabilir. Ama bunların hepsi olacak ki, “futbol” olabilsin. Yoksa “zurnada olduğu gibi”, futbolda da peşrev olmaz, ne çıkarsa bahtımıza...

Zaten bunların hepsi olsun ki, paylaşımlarımız, anılarımız olabilsin. Yoksa başı sonu önceden belli ve herşeyinin sadece sizin istediğiniz gibi olacağı bir şeyi izlemek istiyorsanız, o zaman bırakın futbol izlemeyi, onun yerine en sevdiğiniz filmi tekrar tekrar oynatıp izleyin canınız sıkıldığında.

Kim bilir daha neler neler olacak önümüzdeki haftalarda !? Bunun heyecanını, paylaşımlarını, keyiflerini yaşayalım hep birlikte. Ama şu somut gerçeği de aklımızdan hiç çıkartmayalım : Şundan veya bundan, şöyle veya böyle, er veya geç testilerden biri kırılacak. Yarışmacılardan biri şampiyon, diğeri ikinci olacak.

Sadece ve sadece sonuca odaklı yaşıyorsanız, bence asla “futbolsever” değilsiniz demektir. Öyle ya, o zaman takımınız şampiyon olmadığı taktirde, bütün sezon izlemiş olduğunuz bunca maçın keyfi, heyecanı, üzüntüsü v.b. çöpe gitmiş demektir sizin için. Oysa ömrümüz oldukça, daha nice maçlar izlemeye, nice heyecanlar yaşamaya devam edeceğiz.

Onun için fazla takmayın kafanızı “illa ki şampiyonluk” diye. Olur ise, kadayıfın bir de kaymağı olur sizin için. Ama kadayıf, kaymak olmasa da güzel. Siz de sırf kaymak uğruna, kadayıfın lezzetini ıskalamayın sakın...

13 Nisan 2011 Çarşamba

KONUK YAZAR KÖŞESİ : Rıdvan Nicolas Erdem’den, “Fransa’da Futbol”

Bu hafta “Konuk Yazar” köşemizde, Fransa doğumlu Rıdvan Nicolas Erdem, bizi çok iyi bildiği bir konuda, “Fransa’da futbola nasıl bakıldığı” konusunda aydınlatıyor. Sevgili Kardeşimizin, “Sorularımıza – Cevap” şeklinde kaleme aldığı, yer yer de Fransa’daki futbol anlayışı ile ülkemizdeki futbol anlayışının karşılaştırmalarını yaptığı bu güzel yazısını, ilgi ve beğeni ile okuyacağınız inancındayız.

FRANSA’DA FUTBOL

SORU : Fransa Ligi’nde futbol nasıl oyananıyor ? Bizim ligimize göre en büyük fark nedir ?



RNE : Fransa ligini Türkiye liginden ayıran temel özelliklerden biri, “oyun hızı”dır. Özellikle son yıllarda, Fransa’da başarıya ulaşan takımların ortak özelliğinin topu ileriye hızlı taşımalarından geldiğini söyleyebilirim. Şampiyonluk mücadelesi veren takımların neredeyse tümünde bu tarz oyuncuların ön plana çıktığını görüyoruz.


Olympique Lyonnais, yani “Lyon” adıyla bildiğimiz kulüp, bu anlamda yıllarca kanatlarında topu taşıyan oyuncular olarak, Florent Malouda ve Sidney Govou’yu kullandı. Bu oyun anlayışı o kadar başarılıydı ki, “Alexvari” oynuyor diyebileceğimiz Juninho bu takımda yıllarca yer aldı. Tabiri caizse, oyun içerisinde hamallık görevini arkasında ve yanında oynayan oyuncular üstlendiği için, Juninho’nun oyunu hızlandıran, takımı birden ileriye doğru sürükleyen pasları ve oyun zekası, Olympique Lyon’u yenilmez armada haline getirdi Ligue 1’de.


Lyon’un rakipleri Olympique de Marseille, Paris Saint Germain ve Girondins de Bordeaux takımlarında da oyun mantalitesi global olarak yine çok farklı değil. Günümüzden örnek verelim bu sefer ; mesela Marseille : Yine kanatlarda topu ileriye hızlı taşıyan oyuncular görüyoruz. Mathieu Valbuena, Baky Koné gibi örneğin. Bordeaux’da Gouffran, Wendel, Trémoulinas aklıma gelen diğer örnekler. Kısacası, Fransa liginde başarılı olmak için gerekli olan temel malzemeler,  saha içinde “lider” özellikleri taşıyan bir oyun kurucu, onun yükünü hafifletecek “yardımcı erkek oyuncu” rolünde orta sahalar ve topla hızlı bir şekilde mesafe kat edebilen kanat oyuncuları. Yıllardır bu oyun tarzını milli takımlarına da yerleştirdiklerinden dolayı, alt yapılarından bu tarz oyuncular bulmakta çok zorlanmıyor Fransız Takımları. Zaten dikkatli bakarsak, saydığım oyuncuların çoğu fransız kökenli oyuncular.


SORU : Fransa Ligi'nin en önemli takımları Lyon, PSG, Marsille ve son senelerde de Lille olarak gözüküyor. Bu takımların istikrarlı başarısının arkasındaki şey nedir ? Yönetimler bizim büyük takımlarımıza göre daha mı profesyonel ?


RNE : Profesyonellik anlayışı konusunda gezegenler kadar fark var Türk kulüpleriyle Fransız kulüpleri arasında. Bunu sırf “bizim ülkemizde de top mu oynanıyor canım !?” ya da “bak gördün mü avrupalı nasıl da yönetiyor !” demek için söylemiyorum. Başarının sadece istikrarla geleceğini idrak etmiş durumda Fransız Takımları. Örneğin, 7 sene üst üste sampiyon olup ligin tozunu attıran Olympique Lyonnais, bu seriyi yakalamadan önceki 3 sezonda, önce iki kez üst üste 3 üncü, ardından bir kez 2 nci sırada tamamladı ligi. 3 yıl boyunca şampiyonluğa oynayıp sonunda hüsran yaşadılar, ama yılmadılar. Her sene üzerine koyup kararlı bir şekilde devam ettiler, bu da 7 yıllık muhteşem bir seri getirdi. İstikrar konusunda dile getirmek istediğim şey sadece teknik direktör değil. Yönetiliş biçiminde bir istikrar gösterdi kulüp. Hep aynı mantaliteyi koruyarak bugünlere geldiler. Aynı örnekler Bordeaux ve Marseille için de geçerli. Bordeaux’da 2007’de Laurent Blanc göreve geldi, 2008’de ligi ikinci bitirdiler, ertesi sezon şampiyon oldular. Marseille, 2007’de ve 2009’da gelen ikincilikler ve 2008’de gelen üçüncülüğün ardından, geçtiğimiz sezon 92 senesinden beri beklediği sampiyonluğa kavuştu. Bu sezon da Lille’le beraber şampiyonluğun en büyük favorilerinden biri. İstikrar sadece teknik direktör demek değildir. İstikrar, bir kulüpte uzun vadeli projeler yaratıp, yarı yolda sil baştan yapmadığınız zaman yakalayabileceğiniz bir şeydir. Maalesef Türkiye’de bunu yapabilecek büyük bir takım çıkmadı bugüne kadar. Düzensizliği düzen olarak seçtiğimiz için, bu ortam Milli Takımımız’a da olumsuz yansıyor. Bugüne kadar elde ettiğimiz başarıların neredeyse hiç biri organize olarak gelişmiş bir projenin ürünü değildir. Galatasaray’ın birinci Fatih Terim dönemindeki yükselişini ve 2002 Dünya Kupası’nda gelen 3. lüğü bunların dışında tutuyorum.


SORU :  Fenerbahçe, özellikle bu sene Fransa Ligi'nden oyuncular almaya karar verdi. Bunun en önemli nedenlerinden biri Aykut hocanın istediği tip hızlı ve çevik Afrikalı oyuncuların bu ligde bulunması. Öncelikle bunu doğru buluyor musun? Fransa'daki kulüplerin transfer politikaları nasıl işliyor ?


Hep istediğim bir şeydi Fenerbahçe’nin doğduğum ülke Fransa’da adını duyurması. Umarım yapılan bu transferler, “haydi gidelim Fransa’dan bir kaç kara çocuk getirelim, tazı gibi koşsunlar” mantığıyla değil de, bilinçli bir şekilde yapılmıştır. Mamadou Niang transferi, Türkiye’deki futbolseverlerin, Fransa futbolu ve özellikle Marseille hakkında fazla bilgi sahibi olmayan kesimin tahmin edemeyeceği kadar büyük bir yankı uyandırdı Fransa’da. Fenerbahçe Niang’i transfer ederek, tam manasıyla Marseille’in ciğerini söktü diyebiliriz. Teknik Direktör Dider Deschamps katıldığı bir futbol programında, bu transfer için düşünceleri sorulduğu zaman, gözleri dolu bir şekilde “O benim kaptanımdı…!” dedi. Taraftarlar Niang’ı, o çok sevdikleri kaptanlarını yuhalayarak uğurladılar. Forumlarda, gazetelerde, hep Mamadou Niang’ın bu transferi sadece para için kabul ettiği ön plandaydı. Zaten lig başladıktan sonra Niang gollerini atmaya başlayınca, her hafta sonu Fransa’nın 1 numarali tv kanalında yayınlanan futbol programında Fenerbahçe’den bahsedilir oldu.


Fransa’da transfer yapmak, futbol konusunda gelişmis olan diğer ülkelerden biraz daha zor. Adil Oyun (fair play) çerçevesinde yapılan düzenlemelerden dolayı, Fransız kulüpleri İngiliz, İspanyol ya da İtalyan rakipleri gibi fahiş fiyatlara oyuncular alamıyorlar. Son dönemlerde Ligue 1, üst düzey liglere transfer olmak için “tramplen” işlevi görmekte : Franck Ribéry, Florent Malouda, Karim Benzema, Mathieu Flamini akla gelen ilk isimler.


SORU : Fransa'da futbol kültürü nasıl bir şey ? Oradan gelmiş biri olarak insanların futbola bakışlarını nasıl buluyorsun? Bizimle kıyaslarsan ne daha iyi, ne daha kötü sence ?


RNE : Fransa’da futbolun çok önemli bir yeri olsa bile, okullarda istisnasız tüm sporları çocuklara deneme fırsatı veren bir sistem hakim. Yani Fransa’da bir çocuk, liseyi bitirdiğinde, Judo’dan tutun, güreş, yüzme, basketbol, atletizm, voleybol, hentbol, futbol, badmington’a kadar, bireysel ve kolektif anlamda neredeyse tüm sporları denemiş oluyor. Bu da ülkenin tüm olimpik branşlarda temsil edilmesini sağlıyor. Bizim ülkemizle kıyaslanacak bir durum yok maalesef. Yani ülkemizde durum sadece futbol değil, genel olarak spor konusunda oldukça vahim Fransa’ya oranla. Örnegin Fransa’nın “Clairefontaine” diye bir futbolcu darphanesi var. 1988’de Fransa Futbol Federasyonu tarafından kurulan bu yerde, futbolcular bu Ulusal Akademi’ye küçük yaşta girip, profesyonel eğitmenlerin elinde kendilerini geliştiriyorlar. Thierry Henry, Nicolas Anelka, Jerome Rothen, William Gallas ve Ben Arfa gibi milli oyuncular bu futbol okulunun ürünüdür. Türkiye’de, bildiğim kadarıyla, henüz böyle bir girişim yok. Olsa bile, eğitmenleri nereden bulacağımızı çok merak ediyorum doğrusu.
Fransa’da futbol sokakta başlar, akademide olgunlaşır ve eğer sahaya çıkacak kadar yetenekliysen, sahada devam edersin oynamaya…


En büyük avantajlarından biri de, eski sömürgelerinden gelme ailelerin çocukları sayesinde, Dünya Karması tadında bir milli takım kurabilme şanslarının olmasıdır benim gözümde.
Eski bir söz vardır, bilenler hak verecektir: “Tüm yollar Paris’e !”


Rıdvan Nicolas ERDEM

12’YE, 6 KALA




Bundan 8 ay önce çok bilinmeyenli bir denklem olarak başlayan Süper Lig, bitimine 6 maç kala artık 2 bilinmeyenli bir denkleme dönüştü.

Çok büyük sürprizler olmadığı taktirde, Konyaspor, Kasımpaşa ve Bucaspor gelecek sezon Bank Asya Liginde olacaklar. Sürpriz, olsa olsa Bucaspor ile Sivasspor’un yer değiştirmesi olabilir ama, uzak bir ihtimal görünüyor.

Şampiyon ise belli ki, Trabzonspor veya Fenerbahçe’den biri olacak bu sezon.

Trabzonspor 2 puan daha önde Fenerbahçe’den, onun için avantaj da onda. Kalan bütün maçlarını kazanırsa –ki kazanamaması için bir neden yok- şampiyon olacak.

Ama lig puan puana biterse, ikili averajda önde olduğu için Fenerbahçe şampiyon olacak.

İki takım arasında nefes kesen bir yarış sürüyor ; her an, her şey olabilir. Sahadaki futbol oyununda, sonsuz sayıda kombinasyon, sonsuz sayıda ihtimal var. Bundan sonra iki takımın oynayacağı maçlarında her an herşeyi değiştirebilecek o kadar çok ve çeşitli etken olabilir ki, bunları şimdiden tahmin dahi edebilmemiz olası değil.

Örneğin, o gün havanın yağışlı olması nedeniyle bir defans oyuncusunun kayarak düşmesi sonucu atılacak veya yenilecek bir gol ya da o andaki rüzgar etkisiyle topun, şutu atacak olan oyuncunun ayağına 3 derece sapma ile gelmesi nedeniyle kaçırılacak veya atılacak bir gol v.b. ki, milyon tane dış etken saymamız mümkündür ama, hiç akla hayale gelmeyecek milyon + 1 inci ihtimal de çok şeyi değiştirebilecektir.

Bunlara, hakemin bir pozisyonu iyi görememesi, yanlış değerlendirme sonucu yanlış bir karar vermesi, yahut bir oyuncunun sinirlerine hakim olamayarak veya hiç bir kötü niyeti olmasa da istemeyerek yaptığı bir hareket sonucu oyundan atılması ya da her zaman stadyumlarda nöbetçi bekleyen bir çürük elma taraftarın yapacağı bir münasebetsizlik sonucu sahanın kapatılması v.b gibi, insan kaynaklı ihtimalleri de ekleyebiliriz.

“Zurna’da peşrev olmaz !”mış, artık bu iki takımın taraftarlarının ne çıkarsa bahtlarınadır.

En güzeli, bu yarışın heyecanla sürüyor olması. Yapmamız gereken de, denklemin çözüleceği  an’a kadar bu yarışı tadına vararak keyifle izlemek bence. Sonra günlerce, aylarca, yıllarca konuşacağız o izlediklerimizi. Gelecekte, çocuklarımıza, torunlarımıza da anlatacağız büyük bir olasılıkla. Sonunda yapmamız gereken de, şayet taraftarı olduğumuz takım ipi şu veya bu nedenle göğüsleyemediyse, biraz burulmakla birlikte, şampiyonu alkışlamak olmalı.

Öyle ya, bize sonuna kadar bu keyfi ve heyecanı yaşatan, geleceğe taşıyacağımız anılara vesile olan  takımlardan biri bizim takımımız ama, öbürü de Şampiyon olmuş diğer takım işte.

Taraftarı olmasak da, o da en azından bir teşekkürü hakkediyor bizden herhalde, ne dersiniz !?

Formanda Ter Olmaya Gelirken….Beşiktaş Nereye Gidiyor?


Ülkemizdeki yabancı hayranlığının en net görüldüğü yerler yabancı bir lisandan esinlenerek açılmış garip (karizmatik) isimli gereksiz pahalı restoranlardır. Bu tür yerlere genelde sosyete prestij için gelir ve boy gösterisinde bulunmayı çok severler. Sosyete klasmanına giremeyenler ise yemekleri sevmeseler de aynı ortamın içinde olmak için maaşlarının çoğunu bir akşam yemeğine yatırırlar. Bu tür yerlere girdiğiniz anda müşteriler o kadar entel pisikolojisinde olur ki konuştukları Türkçe bile sanki yabancı bir ülkede doğup daha yeni Türkiye’ye gelen göçmenlere benzer. Atmosfer ve prestij dışında bu yerlerde inanılmaz abartılmış, ismini duyduğunuzda sanki Olimpos Dağı’nda Yunan Tanrılarının yediği bir yemekmiş gibi anlatılan ‘Carne Asada Ala Carte’ gibi adlandırılmış yemekler vardır. Bir posiyonu 1 yaşında daha dişleri çıkmamış bir bebeği bile doyuramayacak kadar küçük olan bu ‘Carne Asada Ala Carte’ aslında bizim bildiğimiz ızgara külbastıdan başka bir şey değildir ! Beklentisi ilk başta çok yüksek olan müşteriler restorandan çıkarken aslında ne kadar hayak kırıklığına uğradıklarının farkına varıp bir daha gelmemek üzere mekanı terk ederler. Bu sezon Beşiktaşlıların hissettiklerini böyle bir mekandan çıkan bilinçli müşterilere benzetiyorum.

Geçtiğimiz hafta dolu dolu Galatasaray’ı değerlendirdikten sonra bu hafta biraz Beşiktaş’tan konuşmak istiyorum. Şu anda Spor Toto Süper Lig’in ilk 5 sırasında, ülkemizin 2 büyük takımı yok. Beşiktaş her ne kadar Galatasaray kadar kötü gözükmese de, bana sorarsanız sezon başındaki transferlerden yaratılan beklentiden sonra aynı G.Saray kadar hayal kırıklığı yarattı diyebiliriz. Tam kabus niteliğinde bir sezon geçti Beşiktaş için. Kaptan İbrahim gitti, teknik direktör gönderildi, Avrupa’da hüsran yaşandı ve sadece geriye kupa kaldı. Bilgisayar oyunu oynarken mutlaka kendi takımıma transfer etmek istediğim oyuncuların bir çoğunu bu sene kadrosuna kattı Beşiktaş. Özellikle PES oynarken çok hızlı ve iyi şut çekebildiği için Quaresma’yı takımıma transfer ederdim. Fakat görünüşe göre sanal dünya her zaman gerçek dünyaya tekabül etmiyor.

Benim bildiğim ve çok sevdiğim Beşiktaş Süleyman Seba’nın Beşiktaşıydı. Rakipleri kadrolarını uçuk fiyatlara aldıkları yabancılarla doldururken, alt yapıdan ve Anadolu kulüplerinden aldığı gelecek vaadeden oyuncularla milli takımımızın en önemli oyuncularına ev sahipliği yapardı. En son oynadığımız Avusturya maçında tek Beşiktaşlı’nın Avusturya takımındaki Ekrem Dağ olması gerçekten düşündürücü bir durum. Blogda yeterince Schuster’i eleştirdim o yüzden kendimi tekrarlamamak için burda onun yaptığı inanılmaz yanlışlardan bahsetmeyeceğim. Fakat ne olursa olsun Beşiktaş’ın yaptığı transferlerde her hangi bir planlama ya da hedef görmüyorum. İlk yarının sonlarına doğru Schuster’in kadroya kazandırdığı Ali Kuçik, Ersan Gülüm, Necip Uysal v.b. oyuncular vardı ve en azından genç oyuncular ile deneyimli yabancıların var olduğu bir takımda umut görüyordum. Devre arasında tekrardan takıma ne katacakları belirsiz yabancıları alıp, gençlerin bir kısmını kiralayıp, bir kısmının önünü kesince hayal kırıklığı işte o zaman başladı.

Guti ve Simao gibi futbol hayatlarının sonlarına gelmiş, Fernandez ve Almeida gibi bir zamanlar gelecek vaadeden ama artık büyük takımların vazgeçtiği türde oyunculardan ancak 1-2 tanesine bir takım tahammül edebilir. Beşiktaş maalesef bu sene çok kırılgan ve düzensiz bir futbol oynadı. Kazandığı maçların hemen hepsinde oyuncularının bireysel becerileri ön plandaydı. Burada Almeida’ya ayrı bir parantez açmak istiyorum. Bana sorarsanız Beşiktaş gibi bir kulüpde en fazla yedek ya da ikinci bir forvet olur. Herkes Portekiz Milli Takımı’nın forveti diyerek onu övüyor. Fakat burada unutulan nokta Portekizliler’in hiç bir zaman çok iyi bir santrafor çıkartamadıklarıdır. Helder Postiga, Pauleta, Nuno Gomes ve şimdi Almeida gibi isimler hiç bir zaman Avrupa’da ortalama bir forvetin üstüne geçememişlerdir.

Sizinle son haftalarda Beşiktaş hakkında basında yer alan yazıların bir kısmını paylaşmak isterim:

________________________________________________
Ali Ece:

Beşiktaş, Türkiye Kupası’nı kazanacaksa Rüştü ile beraber kader adam olarak siyah-beyaz tarihe geçecek Simao da henüz 17′sinde Sporting’de yıldızını parlatarak 19 yaşındayken Barcelona’ya transfer olmuştu. Q7 ve Simao’nun yanı sıra C.Ronaldo ve Figo gibi dünya futbol tarihinin en yetenekli 5 açık oyuncusundan ikisini yetiştiren Sporting’in durumu da altyapıya sırtını döndüğü için şimdilerde Beşiktaş’tan iç açıcı değil. Ne de olsa başkan adayları, seçilebilmek için Almeida ve Bobo isimlerini koz olarak kullandı. Sahi Beşiktaş da bir zamanlar Türkiye’nin Sporting’iydi değil mi?
O 10 yılda 5 şampiyonluk + 3 ikincilik yaşanan altın yıllarda !

http://www.aksam.com.tr/siyah-beyaz-bir-hayal-mi-1822y.html

Sinan Engin

Beşiktaş takımı Q7 varken farklı, Q7 çıktıktan sonra farklı. Ayağına aldığı her top izleyen zevk veriyor, ama rakiplere eziyet veriyor. Müthiş slalomlar, çalımlar ve harika ortalar. Almeida’nın kafasına çarptırıyor, al da at diye! Almeida zorlanıyor, iki seferde ancak kaleye atabiliyor. Onun attığı goller normal bir santrforun atabileceği goller. Yani Q7 varsa santrfor mevkiinde kim varsa gol atabilir. Beşiktaş’ın hücum gücü bir tek Quaresma…

http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/17524584.asp

Metin Tekin

1987 yılında Beşiktaş formasıyla Avrupa Kupaları’nda mücadele ediyorduk. Çeyrek finaldeki rakibimiz yine Dinamo Kiev’di… İlk maçı sahamızda 5-0′lık skorla farklı kaybetmiştik. Rövanş maçını kazanma ihtimalimiz yine mucizelerle ifade ediliyordu.
Kiev’deki ikinci maç öncesinde teknik direktörümüz Milos Militanovic, soyunma odasındaki maç konuşmasında şunları söylemişti: “Bugün turu geçmek için en ufak bir şansınız dahi yok. Size ‘tur mucizelere bağlı’ bile demiyorum. Ama sahaya çıkın ve bana nasıl futbol oynayabildiğinizi değil, kişiliğinizi gösterin bu maçta…”
O gün şunu anladım ki, kaybederken de kendinizi anlatabilirsiniz sahada.

http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/tekin/2011/02/25/gecmisten_bir_yaprak

Rıdvan Dilmen

Beşiktaş’ın kötü oynarken bile maçı kazandırabilecek futbolcuları var.
Ancak çok ofansif olmasına rağmen attığı gol sayısını çok az buluyorum. Bu önemli bir sıkıntı.

http://www.fotomac.com.tr/Yazarlar/ridvandilmen/2011/04/12/gelecek-yilin-takimi-yapilmali
__________________________________________________
Şu anda camiada herkes Tayfur Hoca’nın başarılı olmasını istiyor. Onu sanki Beşiktaş’ın Guardiola’sı gibi görüyorlar. Fakat Tayfur Hoca’nın kalıcı olması için mutlaka kupayı alması gerekiyor. Beşiktaş Türkiye’nin Los Galacticos’u olmak yerine kendi kimliğine dönüp, alt yapılara önem verirse başarılarda mutlaka beraberinde gelecektir. Bir sürü para verip Avrupa’da işi bitmiş oyuncuları transfer etmek başarı getirseydi Fenerbahçe ve Galatasaray çoktan çok daha fazla elde tutulabilecek başarılara imza atmışlardı. Aynı şekilde Manchester City PL’de rekor fiyatlara yaptığı transferlerden sonra şimdiye kadar çoktan bir kaç şampiyonluğu almış olması lazımdı. Türkiye’nin en renkli taraftar grubu olan Beşiktaşlılar’ın artık göz boyama amaçlı yapılan transferlere kanmayıp gerektiğinde ‘Yeter….’ protestolarını sonuna kadar devam ettireceklerini umuyorum.

CK

Okuyucu Sorusu: Sizce Beşiktaş’ın bu seneki başarısızlığındaki en büyük etken neydi? Yapılan transferler fazla mı abartıldı ? Quaresma’nın takıma yararı mı yoksa zararı mı daha fazla ? Bundan sonra ne yapılması gerekiyor ?