"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

29 Kasım 2010 Pazartesi

Krallık Özel - El Clasico Yorumları

Marsyas:

Dünya da ilk çıkan bilgisayar oyunu Pong’dur. Pong’un tek amacı iki tane çubuk arasında topu bir taraftan diğer tarafa geçirmekir. Bu basit fakat çağ açan oyun Barcelona’nın pas oyununu hatırlatıyor. El Clasico oynanmadan önce ilk defa iki takımın eşit olduğu söyleniyordu. Fakat maç eşitlikten çok PES’i yeni oynamaya başlamış bir çaylak ile senelerin PES oyuncusunun maçı gibiydi. Mourinho Madrid’i her zamanki taktiğinde oynattığı için Barcelona karşısında adeta ezildi. İnter'deki sağlam defans oyuncularına sahip olmadığı için aynı anlayışta Çanakkale geçilmez taktiği yapamazdı. Fakat 5 farklı mağlubiyet alacak kadar da aciz duruma düşmesi yanlış taktiksel anlayışıdır. Futbolun asla sadece futbol olmadığı bir karşılaşmada bir futbol ideolojisinin üstünlüğüne şahit olduk.

Midas:

3 sezondur aynı teknik direktörün yönetimindeki, ilk 11’i, 10’u en az 3 yıl birlikte oynamış 5’i Katalan kökenli 8 İspanyol ve 3 yabancıdan oluşan Katalan Takımı Barcelona, bu sezona yeni bir teknik direktörün yönetiminde başlayan, ilk 11’i, 5’i yeni transfer 8 yabancı ve 3 İspanyol’dan oluşan “Yıldızlar Topluluğu”nu 5-0 yendi.
“Takım”ın, maç boyunca % 67 oranında topa sahip olarak, % 89’u başarılı olmak üzere 684 pas yapmış olmasına karşın, “Yıldızlar Topluluğu” ancak % 33 oranında topa sahip olabildi ve % 74’ü başarılı 331 pas yapabildi. Bir diğer ifade ile, “Yıldızlar Topluluğu”nun 249 başarılı pas’ı, “Takım”ın 609 başarılı pas adedinin sadece % 40’ı kadar. Bu istatistikler, maçı ve sonucunu yorumlamakta fazlası ile yeterlidir düşüncesindeyim.

Lacorte:

Barcelona gecen sezon ezdigi Real Madrid'e yine top yuzu gostermedi.  Madrid'in kayda deger 1 sutu bile yoktu; Valdes uzun zamandir en rahat macini oynadi. Herhalde Mourinho'nun gecen haftaki "Bu mac benim icin diger maclardan farksiz" aciklamasi, skorun Madrid icin bu kadar kotuye gidebilecegini tahmin etmesinden dolayiydi.  Ronaldo icin bir not dusmek istiyorum. Bir yildiz oynadigi butun El Classico'larda bu kadar mi etkisiz olabilir.  Messi'nin niye onun onunde oldugu cok acik.  Gecen sene Pellegrini, neredeyse sadece Barca'yi yenemeyip sampiyon olamamisti. Cok cok buyuk ihtimal Mourinho'da ayni sorunu yasayacak...

Mavi Hap Mı Kırmızı Hap Mı ?


Hollywood filmlerinde en ilgi çekici hikaye türü felaket sonrası yaşamı anlatanlardır. Nükleer savaş, hastalık salgını ya da doğal felaketten sonra bir avuç hayatta kalan insan yaşam mücadelesi verir. Bir kısmı insanlıktan kopup yaşama devam etmek için ne olursa olsun yaparlar, geri kalanlar ise güçsüz bir şekilde her gün daha kötüye giden yaşam savaşlarında dibe vururlar. Bu tür filmlerin popüler kültürde en çok beğeni toplayanı hiç şüphesiz Matrix filmidir. Hayatından bezmiş ve iş hayatında ezilen Neo’yu gerçek Dünya’ya gözlerini açabilmesi için önüne iki tane hap konur. Gerçekleri görmek için kırmızı hapı, yaşadıklarını unutup normal hayatına dönmesi için ise mavi hap vardır. Pazar akşamı Ali Sami Yen de son defa oynanan derbide, kırmızı hapı içen bir Schuster ve mavi hapı içmekte ısrar eden Galatasaray camiası vardı.

Derbi maçı iki takım için adeta ölüm kalım mücadelesiydi. Sadece şampiyonluk için değil, büyük ihtimalle yönetimlerin uzun vadede kaderlerini belirleyecek bir maçtı. Beşiktaş ile başlarsak Schuster’in en sonunda kırmızı hapı içerek bazı gerçeklerle yüzleştiğini görüyoruz. Mustafa hoca geçen sene bu takıma boşuna sıkı savunma yaptırıp kontra atak futbolu oynatmıyordu. Özellikle Ernst – Fink ikilisi ile güçlü defansif bir orta saha oluştururken, tek eksiği Quaresma ve Guti gibi topu ileriye taşiyacak oyunculara sahip olmamasıydı. Schuster’in Galatasaray karşısında oynattığı futbolu gördükten sonra ne kadar 1960’lardan etkilendiğini gördük. İlk 60 dakika topu kendi sahasında kabul edip Holosko-Tabata-Nobre üçlüsü ile kontra atak futbolu oynatan Schuster, beklediğini daha maçın başında kazandığı penaltı ile buldu. Forvet oyuncuları arasında tek kontra atak futbolu oynayabilen ve Manisaspor’da oynarken bu sistemde oynadığı oyun ile yıldızlaşan Holosko en iyi oyunlarından birini çıkardı. Tabata ve ilk 60 dakika için Nobre bu sistemin en verimsiz oyuncularıydı. Kadrodaki sakatlıklar bahane olabilir fakat A2 takımında oynayan genç dinamik forvet oyuncuları bu sistemde çok daha etkili olabilirdi. Maç boyunca orta sahada adeta duvar görevi gören Aurelio ve kritik dakikalardaki hamlelerle golleri getiren Guti maçın yıldızları arasındaydı. Beşiktaş golü attıktan sonra kalesinde bireysel hatalardan pozisyonlar ve baskı gördü. Aurelio ya da Ernst’in yanında Necip ilk onbirde başlasa ilerde top tutmaktan aciz forvet oyuncularına daha fazla yardım gelebilirdi. Herşeye rağmen Schuster’in kırmızı hapı içip gerçekleri görmesi Kara Kartal’a bir nefes aldırdı ve şampiyonluk yarışını uzaktan da olsa devam ettirdi.

Gerçekleri görmemekte ısrar eden Galatasaray mavi hapı içmekte ısrar ediyor. Hagi’yi ve Tugay’ı eleştirmek çok adil olmaz, fakat görünen tablo sorunun Rijkaard da olmadığını gösteriyor. Galatasaray’ın kadrosu yetersiz olabilir ama en azından az malzemeyle bile karın doyuracak yemekler yapılabilir. Günümüz futbolunun en önemli futbolcuları bek oynayan oyunculardır. Carlos ve Cafu’nun atağa yardım eden bek oyuncuları devrimi günümüzde ciddi anlamda gelişmiş durumda. Evra, Ramos, Alvez ve Maicon gibi oyuncular bir çok önemli maçlarda takımlarının kilit oyuncuları olup galibiyeti getiren isimler oluyorlar. Galatasaray’ın beklerine bakarsak Hakan Balta ve Ali Turan “1960”ların bekleri gibi oynuyorlar. İki oyuncunun stoper mevkiisinde çok daha etkili olacağı kanaatindeyim. Ali Turan Kayseri de uzun seneler alternatif stoper olarak oynadı ve son senesinde sağ bek oynarak etkili performansıyla Galatasaray’a transfer oldu. Bu futbolcunun yarım sezon oynamaması fiziksel gücünü hiç şüphesiz etkilemiş. Fakat büyük takımlarda gereken bek performanısı asla veremiyecek bir oyuncu. Haklı olarak maçtan sonra en çok eleştirilen oyuncu yaptığı penaltı ile Ali Turan’dı, ancak hızlı bir Holosko’nun önünü (özellikle Sabri gibi hızlı bir oyuncu varken) sağ beke Ali Turan’ı koyan zihniyet de aynı şekilde sorgulanmalı. Özellikle birinci yarıya bakılırsa Galatasaray’ın pozisyonlarının çok daha fazla olduğunu görüyoruz. Galatasaray’ın yakaladığı pozisyonlarda Beşiktaş’ın kalecisi Cenk’in kalede devleşmesi ve kalede adeta Nietzche felsefesi yapması skoru korumak adına en büyük etkenlerden biriydi. Maçın gidişatını gören bir yabancı yorumcu Galatasaray’ın ikinci devre büyük ihtimal beraberliği yakaliyacağını söyleyebilirdi. Fakat Galatasaray’ın sadece 60 dakika futbol oynadığını bilmeyen bu yorumcu büyük bir yanılgıya uğrardı. Takımının her maçta ikinci yarıda oyundan düştüğünü bilen Hagi’nin takıma hamle yapması gerekiyordu fakat yaptığı hamlelere Nietzhe bile anlam veremezdi. Galatasaray da Emre Çolak gibi genç futbolcuların takıma kazandırılması şart. Baros’un takıma dönüşü bir umut versede, bu takıma gençleştirilip Maradona bile gelse kırmızı hapı içmeden bir katkı sağlayamayacaktır..

Üç büyüklerin yaşadığı krizi tek kelimeyle adlandırmak gerekirse, kesinlikle “Ego” diyebiliriz. Yabancı teknik direktörler, yöneticiler ve futbolcular biraz egolarını yenip sorunlara çözüm aradıklarında gereken yerlere en kısa zamanda geleceklerdir. Ancak o zaman, renkli haplar yerine oynanan futbolun kalitesi hakkında konuşabiliriz.

28 Kasım 2010 Pazar

GS 1 - BJK 2

Bernd Schuster üstadın, artık herşeyi "anladığının" fotoğrafıdır.

Marsyas'ın Not Defteri 27.11.2010

Gaziantepspor 1 – Trabzonspor 3

Trabzonspor zorlu Antep deplasmanında liderliği ne kadar hak ettiğini bir kez daha göstermiş oldu. Maç aslında Trabzonspor için tam bir klasik Hollywood senaryosu gibi başladı. İlk 15 dakika Antep’in etkili presi ve istekli oyunuyla çok fazla top kayıpları yapan Trabzonspor, daha maçın 3. dakikasında kornerden gelen bir pozisyonda yenik duruma düştü.

Gaziantepspor beklentinin çok üzerinde başlamasına rağmen etkili oyununu devam ettiremedi ve özellikle yediği ilk golden sonrada oyun disiplininden koptu diyebiliriz. Trabzonspor’un kadrosunda maçın kaderini değiştirecek bir çok oyuncu bulunuyor ve bu oyuncular arasındaki kimyayı Şenol hoca oluşturmuş durumda. Trabzonspor’un golleri genelde bireysel yeteneğe dayalı olmak yerine, defansı zorlayan organize ataklarla geliyor. Bu kadar etkili bir Trabzonspor karşısında pres yapıp topu Trabzon’un yarı sahasında kabul ettirmek gerekiyor. Antep’in etkili olduğu zamanlarda özellikle Popov ve Ivan de Souza’nın etkili oyunları Trabzon defansına zor anlar yaşattı. Antep’in maçı değiştiren adamı stoper mevkiisinde kaptan Yalçın’dı. Penaltı pozisyonunda yaptığı bireysel hatayı affetmeyen Trabzonspor, maçın devamında da Antep’e oyuna dahil olmasına izin vermedi.

Trabzonspor’da Selçuk ve Coleman maça kötü başlayınca, orta sahanın bütün yükü Jaja’nın üstüne binmiş oldu. Yaptığı asist ve attığı üçüncü golle Trabzonspor’un vazgeçilmez oyunculardan biri olduğunu gösteren Jaja, sezonun en iyi transferlerinden biri olduğunu gösteriyor. Maçda en çok takdir edilmesi gereken kişilerden biri hiç şüphesiz Şenol Hoca. Türkiye’ye gelen yabancı teknik direktörler en ufak bir kavgadan oyuncuları takımdan silerken, kendisine hakarette bulunan Engin’i takımının ihtiyacı olduğu için egosunu yenip oynattı. Alanzinho’nun etkisiz performansından dolayı ilk yarı Trabzon’un sol kanatı adeta yok gibiydi. Bunu gören Şenol hoca takıntı ya da ego dinlemeden Engin’i oyuna aldı ve oyun disiplininden kopan Antep karşısında üstünlüğünü korudu.

Öne Çıkanlar: Jaja, Burak, Ivan De Souza, Popov

İstanbul Büyükşehir Belediye 0 – Fenerbahçe 1

Fenerbahçe için rakiplerinin birbirleriyle oynayacağı ve liderin kazandığı bir haftada galibet zorunluluğu taşiyan bir maçtı. Beklendiği gibi zorlu geçen ve taraftarlar için Testere serisinin tüm filmlerini aynı anda izlemiş kadar gerilim dolu geçen maçtan 3 puana ulaşmayı başaran Fenerbahçe oldu. Abdullah Avcı son 3 sezon yakaladığı üstünlükle Fenerbahçe’yi en iyi çözen hocalardan biri olduğunu ispatladı. Maçın hakkı beraberlik olsa bile, bu üstünlüğünü hala kaybetmediğini de gösterdi.

Aykut Hoca’nın Gökay’ı ilk on birde oynatması hafta içi bahsettiği Fenerbahçe ruhuna ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Cristian – Gökay ikilisi maç boyunca yardımlaşarak İBB’li oyunculardan bir çok top çaldılar. İlerleyen haftalarda Emre takıma katıldıktan sonra Gökay ile birlikte Aykut Hoca’nın uzun süredir aradığı çift yönlü orta saha oyununu bulacak gibi gözüküyor. İlk on bir seçiminin tek eleştirilecek tarafı Hoca’nın Stoch konusunda ısrarı. Haftalardır Stoch’un uyum sorunu çektiğini ve her ne kadar ilerde top tutsa bile, son paslarının top kayıplarına dönüştüğünü görüyoruz. Dia – Niang ikilisi bu sezon maç başına 3 gol averajıyla oynuyor ve takıma ciddi anlamda katkıda bulunuyor. Hoca’nın kanatlarda Stoch – Dia ikilisiyle başlamak istediği bir gerçek, fakat defansif olarak Fener’in 18 gol yemesi böyle bir riski almasını engelliyor. Ayrıca Dia’nın sağ kanatta oynadığı zamanlarda Gökhan’ın kesinlikle ileriye çıkmaması gerekiyor; bu ikilinin hem uyumu açısından hem de Dia’nın defansif zaafları yüzünden kaybedilen toplarda sağ kanat boş kalıyor.

Yobo hafta içinde “esas problem Fener’in sol kanatı” demiş. Ne kadar haklı olduğunu İbrahim Akın’ın sol kanattan yakaladığı ve cömertçe harcadığı pozisyonlardan gördük. Caner canla başla çalışan fakat son derece verimsiz oynayan bir futbolcu. Sol bek olmamasına rağmen Galatasaray döneminden beri bu pozisyona alışmaya çalışması bir bahane olabilir. Fakat maç boyunca kendisine gelen bir çok topu önce düzeltip, sonra gerilip taça ya da auta atmasının hiç bir mazereti olamaz. Maçda asist yapan Mehmet Topuz’da beklenen formuna bir türlü ulaşamıyor. PES oynarken top size gelmeden ne yapacağınıza karar vermezseniz ya top kaybı yaşarsınız ya da çok tehlikeli bir kontra atak. PES’de yaşananların aynısını Mehmet Topuz’un ve Caner’in yaptığını görüyoruz. Özellikle maçın ikinci yarısında bir çok rakibi az adamla yakaladığı pozisyonların bu oyuncuların yanlış ve geç verilmiş tercihlerinden dolayı harcandığını gördük.

Maç bir çok konuda sürprizlerle doluydu. En büyük sürpriz hiç şüphesiz Fransız gol kralı Niang’ın Guiza’yı hatırlatan performansıydı. Kaleciyle karşı karşıya pozisyonlarda kaçırdığı goller, 18’in dışında yaptığı top kayıpları ve penaltı kaçırışı maçın kafa kafaya gitmesinde en büyük etkendi. İBB’de ise İbrahim Akın’ın kaleciyle karşı karşıya atamadığı goller skoru belirledi. Niang’ın kötü performansına karşılık, atılan goldeki katkısı, hücum presleriyle rakip defansını zorlamalarıyla alışılandan çok farklı bir Cristian vardı sahada. İBB tarafından bakarsak maçın genelinde çok etkili alan savunması yaptığını, Fener’in beklerinin bir çok kez top çevirip kaleci Volkan’a dönmelerinden görebiliriz. Alex, Niang ve Stoch’a adam adama defanslarıyla bu oyuncuları çok iyi etkisiz hale düşüren Abdullah Hoca’nın tek beklemediği performans Cristian’dan geldi. İBB’nin bu şekilde oynadığı kontra atak sisteminde Tum yerine İskender gibi hızlı oyuncularla başlaması gerekiyor. Maç boyunca Tum’un İBB’nin geliştirdiği ataklarda çok yavaş kaldığını ve sık sık ofsayta düştüğünü gördük.

Fenerbahçe bu sezon ilk defa tek gollü bir galibiyet aldı. Kasımpaşa ve Buca gibi gol atmakta sıkıntı çeken rakiplerinden toplam 4 gol yiyen Fenerbahçe, aynı zamanda gol yemediği üçüncü galibiyetini aldı. Maç boyunca yaşanan bu sürprizlerle herşeye rağmen rakiplerinin birbirleriyle oynayacağı bir haftada büyük bir avantaj elde etmiş oldu.

Öne Çıkanlar: İbrahim Akın, Cristian, Gökhan Gönül, Gökay

Avrupa’dan Notlar:

  • Berbatov Blackburn karşısında 5 gol atarak Premier Lig tarihinde 5 gol atan 4. futbolcu oldu.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Bir İç Savaş Hikayesi - El Clasico

“Savaşırsanız ölebilirsiniz, kaçarsanız en azından bir süreliğine yaşarsınız. Seneler sonra ölüm döşeğinizde yatarken bulunduğunuz güne geri dönüp düşmanlarımıza hayatlarımızı alabileceklerini, fakat özgürlüğümüzü asla alamayacaklarını söylemek için herşeyi feda etmez miydiniz!” Bu anlamlı sözleri duyduğumuz Cesur Yürek filmi Hollywood’un bize sunduğu en etkileyici hikayelerden birini anlatır. İngiliz diktatörlüğüne karşı İskoçyalılar’ın özgürlüğü için savaşan William Wallace’ın hikayesini anlatan film, aynı zamanda El Clasico’nun geçmişini hatırlatır.

Dünya futbolunun en önemli maçlarında biri olan El Clasico, yani Barcelona – Real Madrid karşılaşmaları tarihi zenginliklerle doludur. El Clasico tam anlamıyla “futbol asla sadece futbol değildir” sözünü kanıtlayan bir semboldür. Futbol ile birlikte bir çok tarihi politik mesajlar içeren bu iki takımdan Real Madrid İspanyol milliyetçiliğini temsil ederken, Barcelona ise Katalan milliyetçiliğini temsil eder. İspanya’nın en büyük iki şehrini temsil etmekle beraber, en son araştırmalara göre Avrupa da en fazla taraftara sahip iki takımın arasında oynanan maçlar bir Dünya Kupası finali niteliğinde geçer. La Liga’yı tarih boyunca domine eden iki takımdan Real Madrid 73 ve Barcelona 68 kupa kaldırmıştır.

İspanya’nın Fransa sınırına yakın bir bölgede bulunan Katolonya, tarih boyunca İspanya ve Fransa tarafından işgal edilmişlerdir. Günümüzde Katalanlar’ın İspanya da ki nüfusu 6.5 milyondur. Amerika keşfedildikten sonra savaşlardan kaçmak isteyen Katalanlar, özellikle Güney Amerika’ya göç etmistir ve bu kıtaya futbolu ilk getirenler arasındadırlar.

İki takım arasındaki politik ayırım 1930’larda İspanya İç Savaşı ile başlamıştır. Özellikle Franco’nun diktatörlüğü altında merkezleşmeye ve İspanyol milliyeçiliğinı vurgulamaya çalıştığı dönemlerde, iktidara karşı olan Katalanlar’ın en önemli sembolü Barcelona futbol takımı olmuştur. Barcelona’nın iktidara karşı gösterdiği sorunları gören Franco, 1936 senesinde muhafızlarına Barcelona başkanı Joseph Sunyol’a suikast düzenlemelerini emretmiştir. Diğer taraftan Real Madrid İspanya da ki birleşmenin ve kalkınmanın sembolü olarak görülür. Franco diktatörlüğünde zamanın en fazla sermayesine sahip olan Madrid, Katalan olmayan İspanyollar tarafından çok sevilir. Barcelona anarşi, komünism ve sosyalizmi temsil ederken, Real Madrid merkezleşme, milliyetçilik ve İspanya kraliyetini temsil eder.

Yakın zamana dönersek Real Madrid 2000 senesinde Florentino Perez başkanlığında “Galacticos” sistemine geçmiştir. Bir diğer anlamda Perez, sermaye üstünlüğünü kullanarak Avrupa’nın en büyük yıldızlarını yuksek paralara transfer ederek yıldızlar topluluğu oluşturmuştur. Makalele, Ronaldo, Figo ve Zidane gibi yıldızları takımına kazandırarak büyük başarılara imza atan Perez yönetimi son 10 senede 4 lig şampiyonluğu ve 2 Şampiyonlar Ligi kupası kazanmıştır. Barcelona ise 1990’ların başında Johan Cruyff’un teknik direktörlüğe gelişiyle total futbolun en büyük temsilcisi olmuştur. Yüksek paralarla transfer yapmak yerine kendi alt yapısından oyuncular yetiştiren Barcelona, kadrosunda çoğunlukla Katalan futbolcular bulundurarak kimliğinden hiç bir zaman kopmamıştır.

Kadrolarıyla adeta yıldız savaşlarını andıran iki takımın aralarında oynadığı maçlar her zaman çekişmeli geçmiştir. Şu ana kadar toplam 208 kere oynanan El Clasico da Barcelona 81, Real Madrid 85 kere kazanıp, 42 kere berabere kalınmıştır. İki takım arasında oynanan en unutulmaz maçlardan biri hiç şüphesiz 2002 yılında oynanan ve Real Madrid’in 2-0 kazandığı Şampiyonlar Ligi yarı finalidir. “Asrın maçı” olarak nitelendirilen bu karşılaşma televizyondan tam 500 milyon kişi tarafından izlenmiştir.

Son oynanan 4 maçıda kazanan Barcelona, Pazartesi oynanacak maç için doğal olarak favori gösteriliyor. Nou Camp da 95,000 Barcelona taraftarının önünde oynayan her rakip mutlaka zorlanacaktır. Mourinho Chelsea ve Inter ile Barcelona’yı yenerek, total futbolu en iyi çözen teknik direktörlerden biri olduğunu kanıtlamış oldu. Di Maria, Mesut Özil transferleri ve Ronaldo’nun yükselişte olan formuyla Madrid son senelerin en iyi performansını gösteriyor. Mourinho’nun gelişiyle defansif zaaflarınıda gideren Real Madrid şu ana kadar oynanan 12 lig maçında kalesinde sadece 6 gol yedi. Barcelona tarafından bakarsak Avrupa’nın en etkili orta sahasıyla Guardiola yönetiminde çok paslı takım oyununa devam ediyorlar. Portekiz – İspanya hazırlık maçında, Barcelona stoperlerinden kurulu İspanya defansının kalesinde 4 gol görmesi düşündürücü. Mourinho’nun büyük ihtimalle oynatacağı kontra atak sistemi karşısında Barça defansının Puyol’un tecrübesine çok ihtiyacı olacaktır.

Bir çok İspanyol ve Katalan için El Clasico İspanya iç savaşının bir tekrarı olarak görülür. Milyonların izleyeceği bu anlam dolu futbol şöleni hiç şüphesiz sürprizlerle dolu olacaktır. Portekiz diktatörü Salazar’ın dediği gibi, “futbol olmasaydı asla ülkeyi yönetemezdim.”

23 Kasım 2010 Salı

"TAKIM" ANALOJİLERİ - 1 : ORKESTRA


Orkestra, çeşitli enstrumanın birlikte müzik yaptığı, çalgılar topluluğudur.

Orkestra çalgıları ses rengi, yapı ve sesin elde ediliş yöntemine göre dört ana kümeye ayrılırlar : "Tahta Üflemeli Çalgılar, Bakır Üflemeli Çalgılar, Vurmalı Çalgılar, Yaylı Çalgılar".

Orkestralar yukarıda saydığımız enstrümanların farklı sayılarda birleşiminden oluşabilir.

Her enstrüman grubunun farklı teknik özellikleri, tınısı ve önemi vardır.

Besteci ifade etmek istediği konuyu ya da duyguları bu enstrümanların ses tonlarına veya çalınma tekniklerine göre kendine en yakın şekilde, belirli bir teknik bilgi ve mantık içerisinde kullanır.

İyi bir orkestra kurulabilmesi için, elemanlarının teknik olarak enstrumanını kullanmada yeterli olmasının yanısıra, genelde müzik kültürüne sahip olması, ekip çalışmasına uygunluğu ve orkestraya uyumu şarttır.

Orkestra elemanları müzik okullarında (konservatuarlarda), genel müzik kültürü eğitimleri kapsamında, biyolojik / fiziksel yapılarının, yeteneklerinin en elverişli olduğu, en çok verimli olabilecekleri çalgı branşlarında eğitilerek yetiştirilirler.

Bu eğitimi almamış ancak çok yetenekli “alaylı” müzisyenler de, sonradan bu eğitimleri bir şekilde alıp özümleyemedikleri taktirde, başarılı bir orkestra üyesi olabilmeleri mümkün değildir.

Önemli orkestraların, başka orkestralardan farkı tecrübeli elemanları aralarına katmalarının dışında, en önemli ve sürekli kaynakları, gençlerden kurulu A2 orkestralarında tecrübe kazandırdıkları ve arada ana kadroda şans verdikleri, yetenekli ve eğitimli genç müzisyenlerdir.

Orkestranın önderi “orkestra şefi”dir. Görevi, orkestrada eşgüdümü sağlamak ve çalgı sanatçılarını anlatım açısından yönlendirmektir.

Orkestra şeflerinin işlerinin yüzde 95'i provalardadır. Sesleri en çok 'yanlış çalıyorsunuz', 'çok hızlı', 'daha yavaş' şeklinde provalarda duyulur. İyi prova çalışmaları yapmış bir orkestra şefsiz çalabilir ama iyi bir provayı şefsiz yapamaz.

Farklı nitelikte müzik enstrümanlarının çıkardığı sesler gibi, liderin yönetimi altında bulunan çalışanlar da farklı karakter, eğitim ve değerlere sahip olmaları için farklı sesler önemlidir. Bu nedenle farklı sesler normaldir.

Orkestra şefi, müzisyenliğinin yanında yöneticidir ve asla unutmaması gereken şey, orada çalanların "mobil aletçalarlar" değil, insan olduklarıdır. İyi bir ordu komutanının tüm neferleri tek bir pota içerisinde ayrı ayrı düşünebilmesinin gerekliliği gibi, ruh halleri, geçmişleri ve yaşantıları farklı olan bir topluluğun başında bulunan şefin de, orkestranın sadece bir bölümüne değil, ekibin tümüne hitap edebilmesi gerekir.

Orkestrada her saz için onların önüne konmuş nota’lar vardır. Bu bakımdan tek tek her orkestra üyesi neyi, nasıl seslendireceğini bilmektedir. Ama orkestra şefleri tek tek orkestradaki her bir sazın ne çalacağını ya da nasıl davranacağını bilmek zorundadır.

Bir orkestrada çoğu zaman on veya on iki çalgı aynı anda farklı notalar çalarlar. Bu kaos içinde yönetimin bir an bile yitirilmemesi gerekir. İyi bir orkestra şefi aynı anda farklı yirmi sekiz çalgının seslerini ayırt edebilmeli, dilediği sese konsantre olarak onun hatasını görürken, orkestrayı idare etmeye devam edebilmelidir.

İşte bu farklı sesleri “bütünlük içindeki çeşitlilik” olarak güzel bir armoni halinde bir araya getirmek ve sunabilmek orkestra şefinin görevi olmaktadır. Kısacası orkestra şefleri bir esere ruh ve kişilik kazandırırlar. Başarılı bir şef, gücünü, “elindekinden en iyisini çıkarmak” adına kullanarak, en iyi performansı elde edebilendir.

Orkestra şefleri Konsevatuvarlarda “Kompozisyon ile Orkestra Şefliği” bölümlerinde eğitim alarak yetiştirilirler.

Uluslararası öneme sahip bütün önemli orkestraların başında o orkestraya uzun yıllar hizmet vermiş ve ismi o orkestra ile özdeşleşmiş şefler bulunmuştur :
Zubin Mehta (New York Filarmoni): 13 yıl, George Solti (Chicago Senfoni): 22 yıl, Herbert Von Karajan (Berlin Filarmoni) : 35 yıl

“Concertmaster / Birinci Keman” ise, orkestrada keman grubunun lideri olduğu gibi, aynı zamanda da orkestrayı temsil eder. Concertmaster, orkestra ile şef arasındaki iletişimi sağlar, orkestranın birliğinden, bütünlüğünden sorumludur. Sahnede, konser için tüm çalgıların akordu onun önderliğinde yapılır. Orkestranın birliği ve bütünlüğü için, concertmaster’ın, sanatındaki yetkinliğinin yanı sıra, kimlik ve kişiliğinin de, tüm orkestra elemanlarınca onaylanan kalitede olması son derece önemlidir.

Ayrıca, keman grubunda olduğu gibi, her çalgı grubunun, grubun hem kendi içinde hem de tüm orkestraya uyumundan sorumlu bir lideri vardır.

“Orkestra” hakkında anlattıklarımızı şimdi “konumuz futbol”a adapte edersek, sadece kavramları aşağıdaki şekillerde dönüştürmemizin yeterli ve bir futbol takımının nasıl olması gerektiğini açıklayıcı olacağı kanaatindeyim.

Orkestra = Takım,
Orkestra Elemanları : Futbolcu,
Çalgı grupları : Mevkiler (Kaleci, defans, orta saha, forvet),
Müzik Okulları / Konservatuarlar : Futbol Okulları / Altyapılar,
Besteci : Başkan ve kulüp yöneticileri,
Şef : Teknik Direktör,
Orkestra Şefliği Bölümü : Teknik Direktörlük Kursları, Zubin Mehta (New York Filarmoni): 13 = Van Gaal (Ajax) : 7 yıl, George Solti (Chicago Senfoni): 22 yıl = Arsene Wenger Arsenal) : 14 yıl, Herbert Von Karajan (Berlin Filarmoni) : 35 yıl = Alex Ferguson (Manchester United) : 24 yıl
Concertmaster / Birinci Keman : Takım Kaptanı,
Çalgı grubu liderleri : Mevki liderleri .

KUANTUM TEORİSİNİN BELİRSİZLİK İLKESİ : FENERBAHÇE

Atom altı parçacık fiziğindeki olaylar, klasik fiziğin kuralları ile açıklanamaz. Örneğin klasik fiziğe göre, ışık ya dalgacıktır, ya da parçacık. Ama kuantuma göre, aynı zamanda hem dalgacıktır, hem de parçacık. Klasik fiziğe göre, bir şey ya mümkündür, ya değildir. Kuantum fiziğine göre ise “her an her şey olabilir”. İşte bu, “kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesi”dir : Yani Fenerbahçe !

Fenerbahçeli bir arkadaşım Bucaspor maçının devre arasında telefon etti ve “abi 3-0 öndeyiz, artık bu maçı kazanırız herhalde değil mi !?” diye yarı alaylı sordu. “Sözkonusu Fenerbahçe ise maç bitmeden hiç bir şey belli olmaz, her an her şeyin olabilmesi mümkündür !” dedim. Nitekim maç bittikten sonra, son 10 maçında galibiyet yüzü görememiş Bucaspor’un teknik direktörü Samet Aybaba, "5 gol yedik ama, maçı 5-5 berabere ya da 6-5 lehimize bitirebilirdik” dedi. Allah için haklı da !

Maç bitti, kimse Fenerbahçe’nin ligin en zayıf takımı Bucaspor’u ne biçim 5’lediğini konuşmuyor. Taraftarlarda yine bir burukluk var. Maçtan sonra, “oha yani, bu kadar da pozisyon verilir mi, Bucaspor süper ligde ilk kez bu kadar gol pozisyonuna girdi !” tarzı yorumlar yapılıyor.

Maçtan önce, Bucaspor'un 12 maçta 5 gol atıp 13 gol yemiş olmasına karşın, Fenerbahçe 30 gol atmış ama, 16 gol yemişti. Yani Fenerbahçe'nin yedikleri Bucaspor’dan 3 fazla idi. Maçta Fenerbahçe 5 atmasına karşın, 2 yiyerek, yenilen goller sıralamasında 17. sıradaki Bucaspor ile eşitlenmeyi başardı (!). Fenerbahçe şu an, ligin 18 takımının 9’undan daha fazla gol yemiş durumda bulunuyor.

Son 5 maçında 1 gol atabilmiş olan Bucaspor ise, Şükrü Saracoğlu Stadında 2 gol attı ama 4 çok net gol pozisyonundan da yararlanamadı.

Öte yandan, 35 gol ile ligin en fazla gol atmış olan takımı Fenerbahçe, liderden de 6 gol fazla atmış olmasına rağmen, ondan puan geride ve 4. sırada.

Bir de, bu sezon maçlar 1 devre oynansa imiş, Fenerbahçe 8 puan ilave ile 32 puana ulaşarak lider olurmuş.

“Bu ne acaip bilmece, yıllar geçse de ne gündüz biter ne gece !?”

Teknik direktörler değişiyor, takım kadroları değişiyor, yıllar geçiyor, ama Fenerbahçe’nin bu gizemli kimyası asla değişmiyor.

Bu takım son 5 yıl içinde, son maçlarında 2 kez şampiyonluğu kaybetti.

27 sene boyunca, 7 kez final oynamasına rağmen, Türkiye Kupasını her defasında rakiplerine hediye etti.

Bütün derby maçlarında üstün başarılar gösterdiği sezonlarda, küme düşen en zayıf rakiplere bonkörce puanlar dağıtarak zirveden uzaklaştı.

Öte yandan, ligi liderden 9 puan geride 3. bitirdiği 1995-1996 sezonunda, 30 Ekim 1996 tarihindeki Şampiyonlar Ligi deplasman maçında, Avrupa Kupalarında tam 40 yıldır kendi sahasında yenilmemiş olan Manchester United’ı 1-0 yenerek karizmasını çizdi. (İngilizler de Fenerbahçe’nin bu gizemli kimyasını anlayamadıklarından, ‘bu yenilmezlik elbet bir gün sona erecekti ama, bunun Afrikalı, Balkan ve Türkler’den oluşan ve ne oynadıkları anlaşılmayan acaip bir takım tarafından gerçekleştirilmesi bize çok acı verdi’ demişlerdir.)

2001-2002 sezonunda ligi 3 puan farkı ile 2. bitiren ama Avrupa Şampiyonlar Liginde “sıfır puan” çekmiş olan Fenerbahçe, ligi 6 puan farkla 2. bitirdiği 2007 – 2008 sezonunda ise, Avrupa Şampiyonlar Liginde beklenmedik şekilde fırtına gibi esip, finali şanssızlıkla kaçırmıştır.

1999-2000 sezonu ise, bir başka alemdir Fenerbahçe için ! Türkiye Kupasında Pendikspor’a yenilerek elenmiş ve ligi, Şampiyon olan Galatasaray’ın tam 18 puan gerisinde, 4. olarak bitirmiştir. Ama, Ali Sami Yen deplasmanında, karikatürlerde kalesi yerine basketbol potası çizilen ve tarihi fark yemesi beklenen aynı Fenerbahçe, Galatasaray'ın UEFA kupasını kazanan efsane kadrosunu, rakip sahaya neredeyse hiç geçememiş olmasına rağmen, 1-0 yenmeyi de başarmıştır.

2001-2002 sezonunu, Malatyaspor’un 1, Gaziantepspor’un 6, Gençlerbirliği’nin 15, Galatasaray’ın 26 ve Şampiyon Beşiktaş’ın 34 puan gerisinde ve 6. olarak bitiren Fenerbahçe, aynı sezonda, büyük bölümünü 10 kişi oynadığı maçta ezeli rakibi Galatasaray’ı tarihi bir farkla 6-0 yenerek hezimete uğratabilmiştir.

2003-2004 sezonunda, lider Beşiktaş’tan 11 puan gerideyken ve teknik direktörü Daum “yeni bir takım oluşturuyoruz, başarılar ileride gelecek” derken, yine doğaüstü güçlerin işe karışmasıyla, Beşiktaş’ın Samsunspor karşısında 5 oyuncusunun kırmızı kart görüp hükmen yenik sayılması ve 1-1 sonuçlanan Rizespor maçının son dakikalarındaki kural hatası nedeniyle tekrarında maçı bu kez 4-1 kazanması ile başlayan süreç sonucunda Fenerbahçe, kendinin de beklemediği şekilde, Şampiyon oluvermiştir. Ama, esas şampiyonluğun hedeflendiği ve cepte görüldüğü 2005-2006 sezonunun son maçında ise, malum Denizlispor trajedisi yaşanmıştır.

Her nesil Fenerbahçe taraftarının hafızalarında verilecek o kadar çok tuhaf örnek var ki, saymakla bitmez.

2003-2004 sezonunda, “kabahat ne yönetimlerde, ne teknik direktörlerde, ne de futbolcularda, bu acaipliklerin arkasında olsa olsa büyü vardır” düşüncesi ile Fenerbahçe stad müdürünün bulduğu bir medyum, elindeki bir şişe sidiği sahanın orasına burasına dökerek büyüyü bozmaya çalışmış, ama başarılı olamamıştır.

Acaba bu büyüyü bozabilmek için sidikten daha yoğun ve daha güçlü bir maddeye mi ihtiyaç var !?

22 Kasım 2010 Pazartesi

Marsyas'ın Not Defteri 22.11.2010

Fenerbahçe 5 – Bucaspor 2

Fenerbahçe’nin şampiyonluk şansını devam ettirmesi için olmazsa olmaz maçlardan biriydi. Özellikle Gaziantep maçında kaybettği 3 puanla birlikte kredisi tükenen ve artık şampiyonluk açısından haciz sürecinin kapısında olduğu bir maçtı. Öncelikle Aykut hocayı cesurca genç oyuncuları takıma kazandırmasından dolayı tebrik etmek lazım. Maçın başında Gökay seçimi herkesi şaşırtmıştı. Fakat orta sahada Emre’nin yokluğunda orta saha pres eksikliğini, mevcut kadrosuyla en sonunda çözdüğünü bize göstermiş oldu.  Gökay özgüvenini kazanırsa orta sahanın vazgeçilmezlerinden olacaktır. Cristian’ın saha içindeki isteksiz ve oyun disiplininden kopuk tavırlarından dolayı çok fazla tepki almasına rağmen, Aykut hocanın ısrarla onu oynatmasının nedeni Stoch, Niang ve Alex üçlüsünün defansa katkılarının çok az olmasındandır. Sağ kanatta Kazım ve Dia yerine Mehmet Topuz’la başlayarak Aykut hoca Gökhan Gönül’den en fazla verimi almayı başardı. Mevcut kadroda sağ kanatta Gökhan’ın en iyi anlaşabildiği isim hiç şüphesiz Mehmet Topuz. Gökhan – Mehmet uyumu Zico döneminin Deivid – Gökhan uyumunu hatırlatmaya başladı. Mehmet topu Gökhan’a verdikten sonra içeriye kat ederek Gökhan’a boş alan yaratıyor. Bu mevkide Dia ya da Kazım olduğunda iki oyuncuda çizgeye inmek istedikleri için ya Gökhan’ı görmüyorlar ya da önünü kapatıyorlar.

Antrenmanlarda Yobo’yu ön libero ve Gökhan’ı Okan’ın önünde sağ açık oynatarak Aykut hoca oyuncularından en fazla verimi alabileceği alternatifler arıyor. Özellikle arka ikilide güven veren iki oyuncu olduğu takdirde Yobo’yu Cristinan’ın yerine ön liberoda oynatmak takımın defansif sorunlarını çözebilir. Fenerbahçe’nin yediği gollerin çoğunun Yobo’nun oynadığı tarafdan geldiği bir gerçek. Fakat bunun en büyük nedeni sol bekde Caner ya da Santos’un top kayıplarından dolayı hem sol stoper hem de sol bek görevini aynı anda yapmak zorunda kalması. Santos da Arjantin’e karşı oynadığı milli maç performansından eser yoktu, adeta mağlubiyetin intikamını arjantinler içerek almış gibiydi. Yobo’nun çok az sarı kart gördüğü için iyi adam markajı yapmadığına katılmıyorum. En etkili defans ceza görmeden rakibi durdurabilen defanstır, tabii Vedat İnceefe gibi rakibini ısıran defans oyuncularına alıştığımız için bize garip gelebilir.

Fenerbahçe’nin forvet oyuncuları ligin açık ara en yetenekli oyuncularından kurulu. Fakat oyunu tek yönlü oynadıkları için takım her maçta gol yemeye mahkum oluyor. Aykut hoca her ne kadar Mehmet Topuz ve Gökay tercihlerinde haklı olsada, Dia’yı Stoch’un yerine oynatmalıydı. Dia ve Niang’ın beraber oynadığı maçlara Fenerbahçe 3 gol ortalamasıyla çıkıyor. Stoch’un yetenekleri ortada, fakat bu oyuncunun uyum sürecinin bu kadar uzamasına anlam vermek çok zor. Niang’a ve Alex’e sol kanattan vermek istedikleri pasların hemen hepsi top kayıplarına dönüşüyor. Bunun en önemli nedeni takım arkadaşlarının hangi yöne koşu yapacaklarını kestirememesinden kaynaklanıyor. Fenerbahçe’nin attığı ikinci golde Niang’ın Alex’e verdiği pas uzun seneler sahalarda görülmemiş bir davranıştı. İbrahimovic ve Eto gibi forvetlerin normalde kendilerinin vurucağı bir pozisyonda daha musait olan Alex’e vermesi ne kadar iyi bir takım oyuncusu olduğunun bir göstergesidir.

Oynadığı maçların ilk yarı skorları sayılsa Fenerbahçe 32 puanla lider konumunda olurdu. İkinci devrelerde fiziksel düşüşten kaynaklanan konsantrasyon eksikliği ve özellikle bek oyuncuların fazla ileriye çıkmalarından dolayı ligin ikinci devrelerde en fazla gol yiğen takımlarından biri Fenerbahçe. Bu konsantrasyon sorununun kısa vadeli tek çözümü alternatif bir defansif ön liberoyu oyuna sokarak takımın direncini yükseltmek olabilir. Emre ve Selçuk iyileşip ilk on birde yer aldığında sonradan oyuna Gökay’ın girmesi bu soruna bir çözüm getirebilir. Ne olursa olsun son 7 lig maçında sadece 1 gol atabilen Bucaspor’un Kadıköy de 2 gol atması bir hayli düşündürücü.

Son olarak Alex’e ayrı bir sayfa açmak lazım. Fenerbahçe’ye geldiğinden beri en istekli ve verimli sezonunu geçiren Alex’in 3000. golü atması bütün taraftarları çok sevindirdi. Alex’in bu performansında katkısı olan Aykut hocayı da tebrik etmek lazım. Özellikle Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynadığı senelerde Niang gibi bir forvet oyuncusuyla beraber oynayabilse Fenerbahçe çok rahat finale kadar yükselebilirdi. 75. dakikada Semih’in Alex’in yerine oyuna gimresi ne kadar etkili bir yardımcı forvet olduğunu gösterdi. 15 dakika oyunda kalmasına rağmen bir asist ve bir gol ile maçı bitiren “genç” Semih, Alex’in yokluğunda ilk on birin vazgeçilmezlerinden olucağını kanıtlamış oldu. Avrupa’nın büyük takımlarında dahi onun kadar iyi verkaç yapabilen bir forvet oyuncusu yoktur. İkinci yarıda atılan 2 golde Dia – Niang organizasyonu unutmamak lazım. Bu ikili aynı anda oyundayken Fenerbahçe her zaman gol atabiliyor. Aralarına Stoch’un da dahil olduğu bir Fenerbahçe forveti her zaman yediğinden daha fazla atacaktır.

Öne Çıkanlar: Bekir, Gökhan, Alex, Niang, Dia, Semih, Gökay

ŞAKA GİBİ !



- Anneciğim, anneciğim !

- Efendim yavrum !

- Bu gün hayat bilgisi dersinde öğretmenin sorusuna doğru cevap verdim, aferin aldım !

- Afferin benim oğluma !

- Anneciğim, beden eğitimi dersinde de en hızlı ben koştum !

- Bravo benim oğluma !

- Ya anneciğim ... !

- Söyle çocuğum !?

- Çiş ederken sınıf arkadaşlarım hep pipime bakıp dalga geçiyorlar, benim pipişkom onlarınkinden niye çok daha büyük !?

- Bunda utanacak bir şey yok yavrum, onlar 8 yaşında, sen ise 28 !


İnanılır gibi değil ! Manşetlerde, “Galatasaray, Kayseri deplasmanında 1 puan alarak 10. sıradaki yerini korudu” diye yazılıyor. Hagi “oyadığımız futbol beni mutlu etti” demiş. Bir çok yorumcu da, “Galatasaray ümit verdi” gibi laflar ediyor.

Yani, Galatasaray sanki geçen sezon süper lig’e çıkmış bir takımmış da, bu sezon küme düşmemeyi başaracakmış gibi yorumlanıyor.

Yahu bu takım “3 ün 1’i” arkadaşlar. 105 yıldır birinci lig’de oynuyor. 17 lig, 14 Türkiye Kupası şampiyonluğu var. UEFA kupasını alan tek takımımız ki, o da yetmemiş, bir de süper kupayı müzesine getirmiş. İçeride ve dışarıda en fazla taraftara sahip Türk takımı.

Dünkü maçta, sakat ve cezalılarına rağmen, sahadaki 11’inde, yerli olsun, yabancı olsun, milli olmayan futbolcu yoktu. Kadro dışı bırakma lüksüne sahip olduğu Misimoviç’in 8 milyon eurosu, üzerinde yer alan bir çok takımın neredeyse toplam değeri kadar. Dün, bir yığın gol pozisyonu bulabilmesine karşın, en az bir o kadar da gol pozisyonu verdi. Sadece son yarım saatte verdiği gol pozisyonu sayısı 8 !

Avrupa’da yok. Lig’de, liderle arasında 13 puan fark var ve 10. sırada. 13. haftaya geldik, takım hala en fazla 60 dakika koşabiliyor. 13 maçtan 8’ini kazanamamış, averajı -3 ve Karabükspor’un altında.

“Aslanlar gibi mücadele etmiş, ama kazanamamış !” Allah allah ! Şaka gibi yahu ! O bir “Aslan” ve elbet aslanlar gibi mücadele edecek, bunda şaşılacak, övülecek bir şey yok ki ! Bunun tersi tuhaf değil mi !? Üstelik karşısındaki takım da, Barca filan değil. Şaşılacak olan, Aslan’a bu övgüleri layık görebilmek.

Beyler, “afferin sana çocuğum !” diye başını okşadığınız Aslan, 8 yaşında da 28 yaşında da değil, 105 yaşında, unutmayın !


21 Kasım 2010 Pazar

Marsyas'ın Not Defteri 21.11.2010

Trabzonspor 0 – Eskişehirspor 0

Ligin en iyi futbolunu oynayan ve hakkıyla liderliği yakalamış karadeniz fırtınası bu maç için açık ara favoriydi. Son 6 maçını kazanarak forvet hattının ne kadar etkili olduğunu Hiddink’e de kanıtlayan Şenol hocaya şapka çıkartmak lazım. Maçta beklenmedik en önemli unsurlardan biri Bülent hocanın kısa bir sürede Sivasspor zamanlarını hatırlatan etkili defans oyununu Eskişehir’e kazandırabilmesiydi. Çoğunlukla Trabzonspor’un baskılı oyunuyla geçen maçta milli takıma giden Burak, Engin ve Umut gibi oyuncuların form düşüklüğü yaşamasından bütün yükün Jaja’nın omuzlarına bindiğini ve bu oyuncunun 75. dakikadan sonra oyundan düşdüğünü izledik. Şenol hocanın şapka çıkartılacak başka başarısı Dirty Dozen filminde olduğu gibi sabıkalı oyunculardan çok etkili performans alabilmesi. Engin Baytar ve Burak Yılmaz gibi oyunculardan verim alabilmek ve milli takıma kadar yükseltebilmek gerçekten çok zor bir başarı. Fakat nitekim Engin’i oyundan çıkarırken bazı şeylerin hiç bir zaman değişmiyeceğini görüyoruz. Maçın son 10 dakikası gerçekten seyir zevki açısından çok güzel ve pozisyon dolu geçti. Aynı Inception filminde ki gibi maçın son 10 dakikası, 1 saat geçmiş gibi hissettirdi. Şu andaki tabloya bakılırsa ligimizin açık ara en iyi futbolunu Trabzonspor oynamakta.

Öne Çıkanlar: Jaja, Onur, İvesa, Sezer

Kayserispor 0 – Galatasaray 0

5 eksiğine rağmen kendi sahasında yenilmeyen Kayserispor hiç şüphesiz maçın favorisiydi. Şota’nın gelişiyle Kayserispor geçen sezon Tolunay hocayla yakaladığı istikrarlı oyununun üstüne ofansif anlamda çok iyi transferler yaparak ligin en etkili takımlarından biri haline gelmiş durumda. Genellikle sol kanattan Mehmet Eren ve Hasan Ali ile Galatasaray defansını zorlayan Kayseri, sağ kanatınıda geliştirirse şampiyonluk yarışını ligin sonuna kadar sürdürecektir. Takımın sezon başında en etkili oyuncusu olan Cangele’yi sakatlıktan kaybetmesine rağmen, oyunundan hiç taviz vermemesini üç büyüklerin örnek almaları lazım. Arda, Alex ve Guti oynamadığı zamanlar üç büyükler ciddi anlamda gol bulmakta sıkıntı çekiyor.

İki takım içinde maç çoğunlukla uzaktan şut duellolarıyla geçti. Özellikle Galatasaray’ın defansında Servet’in çalım yemek anlamında kendine güvenini yitirdiğini ve Kayseri’nin forvet oyuncularını geride bekleyip şut atmalarına izin verdiğini gördük. Maç boyunca Hakan Balta’nın takım arkadaşlarına karşı hareketleri ve Ayhan ile yaşadığı tartışma, Fenerbahçe’nin 2002-2003 sezonunda 6. bitirdiği seneyi hatırlattı. Bir birlerine karşı bu kadar sinirli ve agrasif olan oyuncularla kurulu bir takımdan her hangi bir kimya ya da yardımlaşma aramak gerçekçi olmaz. Elano oyundan çıkarken soyunma odasına gitmesini sanki hayati tehlike varmış gibi önleyen idari menajerin hareketlerinden sonra takım içindeki durumun ne kadar vahim olduğu anlaşılıyor.

Galatasaray bu sezon fiziksel gücünün yetersizliğinden sadece 20 dakika baskılı oynaya biliyor. Bu 20 dakika içinde gol bulamadığı takdirde, özellikle 70. dakikadan sonra oyundan düşüyor ve gol yemeye çok müsait bir takım haline düşüyor. Özellikle oyunun ilerliyen dakikalarında 4-5-1’e geçip, maçı kendi sahasında kabul ederse Galatasaray en kötü beraberliği koruyabilir. Galatasaray’ın takım olarak ne kadar etkisiz olduğunu kalesinde gördüğü 17 gol ve Baros’un yokluğunda attığı 8 gol ile ligin 10. sırasında bulunduğunu görüyoruz. Artık üç büyüklerin “kazanamıyorsan kaybetmeyeceksin” mantalitesine girmeleri şart. Bursaspor bunu iki sezondur çok başarılı bir şekilde uyguluyor. Hagi’nin gelmesiyle takımın her şeye rağmen bazı konularda kendisine gelmeye başladığını görebiliriz. Elano gibi bir futbolcuyu tamamiylen silen Rijkaard’dan sonra Hagi döneminde bu oyuncunun Galatasaray’ın en etkili gol silahı olduğunu görüyoruz. Misimovic olayının perde arkası tam anlamıyla bilinmediği için yorum yapmak zor. Fakat Galatasary’ın bu maçta daha dirençli olduğunu ve Misimovic’i hiç aramadığını söyliyebiliriz. Hagi ve Tugay maçın ilerleyen dakikalarında oyuna hamle yapmada kendilerini geliştirirlerse takıma çok daha fazla verimli olabilirler. Son olarak maçın ilk yarısında sahalarda görmeye alışık olmadığımız bir pozisyonla karşılaştık. Elano’nun korner atışında top direkten döndü ve Elano’ya kimseye çarpmadan geri geldiği için kural ihlalinden top Kayseri’ye geçti. Bu pozisyon hiç şüphesiz futbolculuk hayatında kornerlerden bir çok gol atan Mustafa Denizli hocayı hatırlattı.

Öne Çıkanlar: Hasan Ali, Zalayeta, Mehmet Eren, Elano, Ali Turan, Barış

Avrupa’dan Notlar:

  • İnter’in Chievo deplasmanında puan kayıplarına devam etmesi ve Benitez altında gittikçe geçen seneki Liverpool’a benzemesi.

ONUN ARABASI VAR ...




Geçen yazılarımdan birinde “Bernd Schuster nihayet anladı !” demiştim, yanılmışım. Lacorte haklı imiş, hoca birşeyler anlamış ama, hocanın ne anladığını ben yanlış anlamışım meğer !

Onun altındakinin en fazla bir kaç lastiği ederine toplanmış 60 model arabalar, son model spor arabasını sollayıp sollayıp geçtikçe, koca hoca haklı olarak sinirleniyor. Üstelik o, diğer bütün şöförlerden de çok daha yakışıklı !

Ey münasebetsiz kendini bilmezler, derhal titreyip kendinize geliniz ve bu en büyük, en yakışıklı hocanın en güzel arabasını gördüğünüzde, o külüstür arabalarınızı hemen sağa çekip, saygı ile yol veriniz !

Yoksa sizin ne haddinize onunla aşık atmak !? Zira, “onun arabası var, güzel mi güzel, şöförü de var güzel mi güzel, bastı mı gaza gider mi gider !” Tamam mı !?

(Bu şarkının ‘maalesef ruhu yok, onun için hiç mi hiç şansı yok’ sözleri, Alman hoca tarafından asla anlaşılamayacağından, kadro dışı bırakılmıştır)

Bip bip bip biiiippp ! Savulun gafiller, son model hoca geliyooorrrr !!!

20 Kasım 2010 Cumartesi

Marsyas'ın Not Defteri 20.11.2010

Manisaspor 0 – Bursaspor 2

Manisaspor Hikmet Karaman yönetiminde yakaladıkları başarıyı kendi sahasında oynadığı Bursa maçıyla devam ettirmek istiyordu. Özellikle Trabzonspor, Beşiktaş ve Galatasaray'a karşı aldıkları galibiyetlerle büyük takımlara karşı ne kadar etkili kontra atak futbolu oynadığını göstermiş oldu. Manisaspor’un 13 haftadır oynadığı maçlara bakarsak genellikle Sivasspor ve Gençlerbirliği gibi zayıf ekiplere karşı açık futbol oynadıkları için mağlup olduklarını görüyoruz. Isaac, Simpson, Makakula ve Kalabane gibi süratli ve etkili top taşıyan oyunculara sahip olduğu için her maça bu oyunculara dayalı bir kontra atak sistemiyle çıkarsa, Manisa her zaman zorlu bir deplasman olucaktır. Geçen sene İnter’in Eto – Milito – Sneijder – Stankovic gibi futbolcular ile Şampiyonlar Ligini kazanmasında en büyük etkenlerden biri çok etkili kontra ataklarla kendi sahalarından çıkmalarıydı; Manisa’nın İnter’i bu konuda örnek alması gerek. Bursaspor’a dönersek, geçen hafta oynanan Trabzonspor maçıyla son 9 maçında puan kaybettikten sonra bu maçta sezon başındaki performansını hatırlattı. Bursa, özellikle üç büyüklerde son senelerde göremediğimiz, takım içi yardımlaşma ve disiplini kötü oynadığı maçlarda dahi yakalamış durumda. Geçen sene kazanılan şampiyonlukta büyük pay sahibi olan Volkan Şen ve kendisini Avrupa’ya hazırlayan Sercan Yıldırım’ın eksikliğinde Ozan İpek ve Turgay’ın üstün performanslarını izledik. Ertuğrul hoca özellikle Simpson’u ve İsaac’ı orta saha presleri ve baskılı oyunuyla çok iyi etkisiz hale getirmeyi başardı ve Manisa’nın en önemli gol yollarını kesmiş oldu. Bursaspor’un ayrı bir özelliği çok yönlü saldırarak rakip defansı maç boyunca zorlaması. Her iki kanattan ve ortadan rakip kaleye gitmeye çalıştıkları için, eninde sonunda birinin kafasına çarpıp yada şans eseri boşta kalan topları gole çevire biliyorlar. Futbolda şans faktörünün olduğu bir gerçek ve ne kadar pozisyon üretirseniz, kendi becerinizle gol atamasanız bile, bir pozisyonda şans sizin tarafınızda olur ve gol atabilirsiniz. Manisa’nın Bursa’ya karşı açık oyunu ve Bursa’nın çok yönlü atakları Bursa için 2 farklı galibiyeti getirmiş oldu.
Öne Çıkanlar: Ozan İpek, Battalla, Ergiç, Turgay

Beşiktaş 2 – Konyaspor 2

Üç büyüklerin kan kayıpları devam etmekte ve basında bayram yapmakta. Cumartesi ligimizi süsleyen bu maçta yaşanan drama Öyle Geçer Bir Zaman Ki ve Fatma Gül’ün Suçu Ne? dizilerinde bile az bulunurdu. Lider Trabzonspor ile 9 puan farkı olan ve 6. sırada yer alan Beşiktaş’ın bütün sezondur yaşadığı sorunların devamını izledik. Öncelikle her ne kadar Quaresma çoğunlukla tribünlere oynadığı ve sempatik tavırlarından dolayı gündemde olsa da, Guti’nin bu takım için çok daha önemli olduğunu Konya maçında gördük. Geçtiğimiz sezon yönetimin Tabata’ya 8 milyon vermelerinin en büyük sebeplerinden biri ondan bir sol kanat oynatmak yerine Alex, Guti, Hagi gibi bir on numara olması beklentileriydi. Fakat Gaziantep’de gösterdiği performansın (birazda seyirci baskısından dolayı) onda birini bile gösteremedi. Beşiktaş’ın ligde yediği 14 golün 10’unu kendi sahasında yemesi seyirci baskısının bazen negatif etki yarattığının bir göstergesidir. Maç boyunca Konyaspor’un sadece iki atak yaptığının ve bu iki atağında kontra ataklardan geldiğini belirtmek lazım. Konya’nın Slovakya’lı oyuncusu Peter Grajciar’ın ayağından yakaladığı goller, başkan Demirören’in sezon başı transferleri ile yakaladığı krediyi doldurmuş oldu. Holosko – Tabata – Nobre üçlüsünden gol beklemek her ne kadar Guiza’dan isabetli bir ok atışı beklemeye benzesede, Schuster kişisel takıntılarından dolayı kadrosuna tek alternatif forvet olan Fatih Tekke’yi almamakta ısrarını sürdürmekte. Elbette Fatih Tekke’nin maçı kurtaracağını beklemek yanlış olur, fakat elindeki kadro ne kadar zengin olursa o kadar galibiyet için alternatifin olucağı da bir gerçek. Beşiktaş’ın forvetteki sıkıntıları o kadar vahim ki artık duran toplarda en büyük silahı Ernst olmaya başladı. Beşiktaş’ın ikinci golünde görülen Nobre – Tabata – Holosko organizasyonu her ne kadar alışılmış bir durum olmasada, bu üçlü birleştiğinde bir Bobo kadar etkili olabildiklerini gösteriyor. Bu üçlü ikinci devre kaleciyle karşı karşıya kaçırdıkları gollerden sonra haklı olarak tepkilerin odak noktasıydı. Konyasporlu Mamadou Kere’nin kendi kalesine attığı gol, Fifa 11’de olsa ciddi bir yazılım hatası diye paylaşım sitelerinde görmemiz mümkündü. Özellikle ikinci yarıda Aurelio’nun baskılı oyunu Beşiktaş’ın baskı yapabilmesini sağladı. Fakat Aurelio ve Ernst’in defansif özellikleri önde olduğu için, özellikle Guti’nin yokluğunda, birinin yerine Necip’in oynaması top dağıtımı için daha verimli olur. Son olarak bu maçta sakatlanan ve ikinci derece yırtıkla 4 hafta sahalardan uzak kalıcak Quaresma’ya değinmek istiyorum. Bu tür oyuncuların çok yetenekli oldukları ve yokluktan pozisyon üretebildikleri bir gerçek. Fakat oynadığı dönemlerde Beşiktaş’ın yarı sahasını her geçen top Quaresma’ya gitti ve hemen hepsi top kayıpları ile sonuçlandı. Bu futbolcunun her zaman önündeki adamı geçmek yerine takım arkadaşlarıyla organize şekilde çalışması çok daha verimli olucaktır. Hiç durmadan üç büyüklerde oynayan oyuncuların profosyönel bir hayar yaşamadıkları ve bu yüzden sakatlandıklarından bahsediliyor. Acaba Avrupa’da oynayan futbolcular Budhist rahipleri olarak mı yaşamaktalar? Eğer öyleyse iler ki transferlerde bu özelliğe dikkat etmek gerekiyor anlaşılan. Schuster maç sonrası yaptığı açıklamalardan sonra gittikçe gözden düşmeye başladı. Bu sefer kendini Geleceğe Dönüş filmindeki deli profosör zannetti gibi, bizim ligimizde 60’ların futbolu oynayıyorda kendisi 3000’lerin futbolunumu oynatıyor acaba?
Öne Çıkanlar: Peter Grajciar, Aurelio, Ersan, Ernst, Tabata

Avrupa’dan Notlar:

  • Totenham’ın birinci devre 2-0 geriye düştükten sonra ikinci devre 3-2’lik mucize dönüşü ve 17 senelik aradan sonra Arsenal’i deplasmanda devirdi.
  • Garth Bale yine golünü attı, şu anda Avrupa liglerinin en etkili sol açık oyuncusu. Euro 2012’de sakatlık yaşanmazsa en çok konuşulan isimler arasında olucaktır.
  • Schalke – Bremen maçında Raul’un mükemmel hat tricki ve mükemmel golleri.
  • Chelsea’nin Birmingham deplasmanında puan kayıplarına devam etmesi ManU ile puan farkının kapanması.
  • Milan – Fiorentina maçında Abbiati’nin müthiş kurtarışları ve D’Agustino’nun etkili oyunu.
  • El Clasico öncesi La Liga’da alınan farklı galibiyetler (Barcelona 8 – Almeida 0 ve Real Madrid 5 – Atl.Bilbao 1).

19 Kasım 2010 Cuma

Vakvak Ağacı, Vaka-i Vakvakiyye ve Vaka-i Hayriyye


“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip “bu bana aittir” diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıkların söküp atacak ya da hendeği dolduracak, meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını haykıracak olan adam, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden, nice yoksulluklardan ve nice korkunç olaylardan esirgemiş olurdu !”
Jean Jacques ROUSSEAU

Üniversitelere, otellere, sinemalara, alışveriş merkezlerine üst baş araması yapılmadan girildiği, hava alanında perona kadar çıkılarak yolcu uğurlandığı ve karşılandığı günlerdi. Bankalarda silahlı adamlar bulunmazdı. Bugünkü “Spor Toto Süper Ligi” nin adı da “Milli Lig” idi.

3 Büyüklerin maçları, bu gün adı “Fi Yapı” olan “Mithatpaşa” stadyumunda oynanırdı. Şehrin ortasında, şehrin bir parçası olan Stadyum kimseye ait değil ama, herkese, hepimize aitti. Zemini bozuktu ama, o zeminde top koşturan “Ordinaryüs”ümüz de vardı, “Taçsız Kral”ımız da, “Bombacı”mız da. Milli Takımımızı bir “Baba” yönetirdi.

O zamanlar, her şeyi tüketme kültürü beyinlere henüz böylesine pompalanamamış, stadyumlar, maddi ve manevi tatminsizliklerin boşalım merkezlerine dönüşmemişti.

Derbi maçları, kimsenin tekelinde değildi. Kimsenin, diğerini “ötekiler” olarak görüp, onlara çelik kafesler içinde kontenjan ayırma ayrıcalığı bulunmazdı. Taraftarlar tribünleri -arada sırada ufak tefek itişmeler olsa da- kavgasız gürültüsüz paylaşır, stadyum rengarenk bir bayram yerine dönerdi.

Taraftarlar, stadyuma ölmeye, bela bulmaya değil, maçı izlemeye ve keyif yaşamaya gelirlerdi. Tribünlerde yüzlerce polis, taraftarların arasında güvenlik şeritleri oluşturmazdı.

Tezahüratlar, analara, bacılara koro halinde edilen aşağılık sövgüler ya da aynı sözlerin yüzlerce defa tekrarlandığı, insanı canından bezdiren monoton gürültü kirlilikleri şeklinde değildi. Ufak tefek belden aşağı tezahüratlar da, mizah ve eğlence temelli olurdu. Gür sesli sembol taraftarların bazı sessizlik anlarında tribünlere megafonsuz duyarabildiği esprilerine, tüm taraftarlar birlikte gülerlerdi.

Elbet arada hakeme sallanır, gol olunca rakip taraftarlara yöneltilen şemsiyeler açılıp kapatılır, özellikle beraberlik gollerinde de, komşuya toplu olarak hareket çekilerek cevap verilirdi.

O günlerde döner bıçaklarının müşterleri dönercilerden, satırların müşterileri ise kasaplardan ibaretti.

Diğer takımların taraftarları da, uluslararası maçlarında rakiplerini destekler, onların başarılarından mutluluk duyarlardı.

İşin içine büyük paralar, büyük maddi ve manevi rantlar girmeye başlayınca, ne yazık ki, futbol kültürümüz gelişmesini bu özümüze uygun olarak sürdüremedi.

"Önce Ekmekler Bozuldu", sonra stadyumlar ayrıldı. Paylaşarak birlikte yaşama kültürünün karşısında, birbirine düşman derebeylikler, krallıklar, cumhuriyetler ilan edildi. Bu bölünmüş ülkelerin despot yöneticileri, taraftar adı altında, kendi paralı askerlerini, özel timlerini oluşturdular.

“Bu stadyum benim” ile başlayan bu yani oluşum da, aynı kulübün taraftarlarının o özel mülkiyetten pay kapma kavgasını doğurdu. Taraftarlar gruplaşarak bölünmeye başladılar. Bir çoğunun arasında düşmanlıklar başladı.

Stadyumun X trübünü A grubunun, Y tribünü B grubunun mülkü haline dönüştü. Hatırlılara ve zengin taraftara özel mülkler ayrıldı. Her grup kendini “hakiki taraftar”, diğerlerini ise “öteki” olarak görmeye başladılar. Yanlışlıkla bu grupların yakınlarına düşerseniz, çoğu küfür ve hakaret içeren korolarına katılmadığınız taktirde, kısa bir süre sonra kendilerini tribün lideri ilan etmiş ve sahada oynanan maça arkası dönük bir takım bıçkınların önce ters bakışlarına, sonra da “ulan siz taraftar değil misiniz, bağırsanıza !” uyarılarına muhatap olmanız kaçınılmazdır. Şayet bu bakışları görmezden, uyarıları duymazdan gelirseniz, allah yardımcınız olsun !

Artık derbi maçlarına, savaşa gider gibi gidiliyor. Sınırlı sayıdaki rakip taraftarlar polis kordonunda stadyuma sokularak, kafesler içine alınıyorlar. Maçtan sonra da çevrelerinde ne varsa hepsini kırıp döktükten sonra yine polis kordonunda tahliye ediliyorlar. “Taçsız Kral”lar, “Ordinaryus”lar artık onları kesmiyor.

En çok gürültü çıkaranı en iyi taraftar sanan yöneticiler de, bunların istek ve beğenilerini ön planda tutarak, yönetim stratejilerini popülizm üzerinden oluşturuyorlar. Ama iyi günlerde bunların övgü tezahüratları ile mayışanlar, zor günlerde aynı silah üzerlerine çevrilince apışıyorlar. O zaman kendi iktidarlarını korumak için, Osmanlı’nın çöküş döneminde olduğu gibi, çevrelerinde verilebilecek ne kadar kelle varsa, onları kesip kesip bu isyancıların önlerine atmaya başlıyorlar. Ancak en sonunda, küfürle ve gürültüyle gelenler, küfürle ve gürültüyle gidiyorlar.

Özellikle 3 büyük kulübümüzün “vakvak ağaçlarının”(*) dallarında yeni meyvalar için artık yer kalmadı. Dilerim ki o günler gelir de, biz de artık “vaka-i vakvakiyye”lerden (**) çok, “vaka-i hayriyyeler”den (***) söz edebiliriz.

------------------------------------------------------------------------------------------------------
(*) Vakvak ağacı : Meyvaları insan olan, efsanevi / mitolojik ağacın adı.
(**) Vaka-i Vakvakiyye : 1656’da çıkan yeniçeri isyanında, asilerin kimini padişahtan alarak öldürdükleri insanların parçaladıkları vücutlarını astıkları Sultanahmet’deki çınar ağacının görüntüsünün “vakvak ağacı”na benzetilmesi ile, bu isyana verilen isim.
(***) Vaka-i Hayriyye : Hayırlı olay anlamına gelir. Osmanlı’nın son dönemlerinde isyanları ile kelle avcılıklarının sonu gelmeyen Yeniçeri Ocağı’nın 1826 tarihinde Sultan II. Mahmut tarafından ortadan kaldırılması olayına verilen isimdir.

16 Kasım 2010 Salı

Dünyadan İnsan Manzaraları: Simon Kuper - Futbol Hiçbir Şeyi Anlatmaz

*** Bu makale Simon Kuper tarafından Foreign Policy dergisinin 21.07.2010 tarihli sayısı için yazılmışdır. ***


Tarihi dersler için Dünya Kupası’na bakmayı bırakın. Bu sadece bir oyun ve bana sorarsanız benim için bu yeterlidir.

Dünya Kupası oynanırken Johannesburg’de bir gece, bir İngiliz arkadaşımla Güney Afrika birası içip oynanacak olan İngiltere – Almanya maçı hakkında konuşuyorduk. Arkadaşım çok fazla gezmiş, bilgin bir siyaset yazarı ve İran’da gerçekleşebilecek bir savaşın kazanma olasılıklarını konuşmaktan çok zevk duyar. Önce İngiltere milli takımı hakkında ironik bir kaç yorumda bulundu. Fakat hemen sonra  yerinde duramadı ve kollarını iki yana açarak İngiliz Hava Kuvvetleri’nin II. Dünya Savaşı’nda uçan bir uçağını taklit etmeye başladı. O Almanya’ya karşı oynanacak bir maça hazırlanan bir İngiliz taraftarıydı ve bütün İngilizler bu şekilde maça hazırlanıyorlardı.

2010 Dünya Kupası’nın en çok politik mesajlar içeren maçı hiç şüphesiz İngiltere – Almanya maçı idi. İngiliz taraftarların en önemsediği karşılaşma olmakla beraber, maçtan önce bir çok yayın organı karşılaşmayı bir savaş olarak nitelendirdi. Gerçeği söylemek gerekirse, bir çok İngiliz taraftarı turnuvaya İkinci Dünya Savaşı’nı tekrardan yaşıyormuş gibi yaklaştı.  İngiltere – Cezayir maçından bile önce, Sun gazetesinin manşetinde “Onların en önemli saati (ve yarısı)” sözlerini kullanarak Winston Churchill’i hatırlatmış oldu.

Bütün bu konuşulanlar benim gibi siyaset yazarı özentisi olan yorumcular için ilgi çekiciydi. Fakat bu tür konuşmalara kanmamamız lazım. Dünya’da ki bir çok futbol karşılaşmalarında olduğu gibi, İngiltere – Almanya karşılaşmasında da eski rekabetten eser yoktu. Nefes kesen bir turnuvadan sonra ülkeme döndüğümde, artık Dünya Kupası’nın eski politik anlamını kaybettiği hüzünlü gerçeğiyle karşılaştım. Franklin Foer’in meşhut kitabını ele alırsak: Futbol artık eskisi gibi dünyayı anlatmıyor. Turnuvaya ev sahipliği yapan Güney Afrika ve kupayı kazanan İspanya hakkında bir kaç politik mesajlar görülse de, bu turnuva dünyadaki bir çok ülkenin birbirine benzemeye başladığının bir göstergesiydi.

Bu gerçekten büyük bir değişim, çünkü tarih boyunca Dünya Kupası politik mesajlar içeren bir festival olmuştur. Tunuva 1930 senesinde, faşizmin yeni yayılmaya başladığı bir dönemde başlamıştı. İkinci Dünya Savaşı sırasında uzun süren bir aradan sonra milliyetçilik ile dolu bir dönemde devam etmeye başladı. Savaş sonrasında Avrupa ülkelerinin Almanya’ya karşı hissettikleri düşmanlık yeşil sahalarda açık bir şekilde gözlemlenebilirdi.  Bu sırada Güney Amerika ülkeleri faşizm ve aşırı milliyetçilik kavramları ile boğuşuyordu. 1970’lerde Afrika ülkeleri turnuvaya katılınca, bu ülkelerin hükümetleri de futbolu milliyetçi mesajlar verme amaçlı kullanmaya başladı.

Bu devirlerde ortaya çıkan politik mesajlar Dünya Kupası’na, Dünya Kupası da politikaya renk katardı. 1969 senesinde El Salvador ve Honduras büyük tartışmalara yol açan 3 eleme maçı oynadıktan sonra, iki ülke arasında “Futbol Savaşı” başlatıldı. Bir çok Avrupa ülkesi için turnuvanın en önemli karşılaşmaları her zaman Batı Almanya’ya karşı oynanan maçlardı. 1974 senesinde Hollandalılar’ın Almanlar’a karşı aldıkları mağlubiyet hiç şüphesiz ülkenin en büyük spor travmalarından biridir. Maçta Hollanda orta saha oyuncusu Wim van Hanegem, savaş sırasında babasını, 10 yaşındaki kardeşini ve altı ayrı aile ferdini köyünün bombalanmasından dolayı kaybetmişti. Benzer bir şekilde İngiliz futbolunun gayri resmi marşı olan Three Lions (Üç Aslan), Almanya’ya karşı alınan mağlubiyetlerden bahseder.

Eski dönemlerde oynanan Dünya Kupaları bir çok benzer kin dolu hisler içerirdi. Aşırı milliyetçiliğin en çok ürettiği düşünce herhangi bir mağlubiyet alındığında, karşı tarafın hile yaptığı üzerineydi. 1966 senesinde Arjantin’e karşı alınan bir mağlubiyet sonrasında, İngiliz milli takımının teknik direktörü Alf Ramsey karşı takımının oyuncularına “hayvanlar” demişti. Buna karşılık Arjantinliler ve Portekizliler, İngilizler hakkında Dünya’yı ele geçiriceklerini iddia eden komplo teorileri öne sürdüler. 1982 turnuvasında oynanan Polonya – Sovyetler Birliği karşılaşmasında Sovyetler Birliği üyesi olan Polonya taraftarları, 6 ay öncesinde ülkenin komünist liderlerinin yasakladığı ticaret sendikası hakkında politik mesajlar içeren “Solidarnosc” pankartlarıyla maça çıktılar. İronik bir şekilde maçı berabere bitirmeyi ve gruplardan çıkma hakkını elde etmişlerdi. Hollanda’nın eski teknik direktörlerinden Rinus Michels’ın söylediği idda edilen söz gibi (gerçekte söylemesede), “Futbol Savaşdır.”

Güney Afrika’da görüldüğü gibi bu söz artık gerçek değil. Turnuvaya çok az yabancı taraftar katıldı ve gelenler de futbolun yeni öne çıkmaya başladığı ülkelerden geldiği için eski düşmanlıklardan yoksun bir turnuva oldu. Karşı takımların taraftarları vuvuzelalarını çalarak ve kaşkollarını değişerek maçları barış içinde izlediler. Kameralar onları çekmeye başladığında ise sanki NBA’de oynanan All Star maçlarındaki taraftarlar gibi mutlu bir şekilde ellerini sallamaya başladılar.

Dünya Kupası milliyetçilik dolu bir turnuva iken evrensel bir festivale dönüştü. Turnuvanın en çok farklı kültürlerden gelen oyuncularına sahip Almanya’dan artık hiç kimse nefret etmiyor. Sömürgeci ve sömürülmekte olan ülkeler arasında hiç bir maç yoktu (Amerika – Afganistan maçı çok ilginç olabilirdi fakat Afganistan hiç bir Dünya Kupası’na katılamayan ülkeler arasında olduğu için bu imkansızdı). Bir tek aşırı milliyetçilik mesajları içeren ülke Kuzey Kore idi. Söylentilere göre Pyongyang bir çok Çin’li taraftarı Kuzey Kore takımına destek olmaları için Güney Afrika’ya gönderdi. Fakat bu söylenti dışında, özellikle Portekiz karşısında alınan 7-0’lık mağlubiyet sonrasında Kuzey Kore’den çıt çıkmadı. Sonuçta hiç bir ülke Dünya Kupası’ndan komplo teorileri haykırarak ayrılmadı.

Politik mesajların Dünya Kupası’ndan ayrılmasının en büyük nedeni dünya politikalarının değişmesidir. İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan diktatörlük, aşırı milliyetçilik ve ülkeler arası savaşların devri artık geçti. Günümüzde yaşanan savaşların çoğu iç savaşlar oluyor.

Aynı şekilde futbol da değişmekte. Dünya Kupası bir çok ülkenin kendilerine has stillerinin birbirleriyle karşılaştığı bir arenaydı. ollandalılar saldırır, İtalyanlar savunur, Almanlar kötü oynayıp kazanır, Güney Amerikalılar top sürer ve İngilizler çok koşup kaybederlerdi. Herkes kendi stilini över, başkalarınkini kötü ve sinsice bulurdu.

Günümüzde oynanan milliyetçilik sonrası Dünya Kupası, küreselleşme ile birlikte futbol stillerinin birbirlerine benzemeye başladığının bir göstergesi olmakta. Herkes birbirine benzer bir futbol oynamakta (İngiliz’ler hala çok koşup kaybetmekte, onda bir değişiklik yok elbette.) ABD, Paraguay ve Japonya gibi ülkelerin sıkıcı, atletik ve iyi organize olmuş Batı Avrupa ülkelerine göre kendilerini çok daha fazla geliştirdiklerini görüyoruz. Güney Afrika da, Hollandalılar savunma yaptı, Almanlar iyi oynayıp kaybettiler ve Güney Amerika’lılar çoğunlukla top sürmeyi bıraktılar. Modern futbolda başarının sırrı, ülkene has futbol stilini yok etme yönünde gibi gözüküyor. Örneğin kupayı kazanan İspanya’nın, uzun süredir Barselona’ya gelen Hollandalı futbolcuların ve teknik direktörlerin beraberlerinde getirdikleri çok paslı oynanan futbol stilini benimsediğini görüyoruz. Buna karşılık kendi ülkelerinin stilinde oynamaya çalışan Arjantin ve İngiltere’nin turnuvaya erken veda ettiğini gördük. Bazı karşılaşmalarda milliyetçilik duyguları ön plana çıksada, kazanmak kendi ırkının üstünlüğünü ispatlamak yerine sokaklarda dans etmek için bir bahane oluyordu.

Turnuvadaki tek istisna Güney Afrika milli takımı idi. Kupaya ev sahipliği yapan ülkelerin kendilerini yeniden keşfetmeleri artık bir gelenek haline geldi. Örneğin 2006 yılında oynanan Dünya Kupası’nda, Almanya kendileri dahil hiç kimseyi korkutmadan meydanlarda “Almanya!” diye bağırılabilen “festival milliyetçiliğini” tanıtmış oldu.

Güney Afrika’da 2010 Dünya Kupası’na ev sahipliğini en iyi şekilde yapabilmek için her ırkın birleşip ortak bir hedef üzerine çalıştıkları konuşuldu. Bu kesinlikle bir abartılma değildi. Benim annem ve babam Johannesburg’lüdür ve geleneklerine bağlı 70 yaşlarında olan teyzem şehir içinde Güney Afrika bayrağı ile arabada giderken yoldan geçen siyahların “Gogo, gogo!” (“Anane, anane!”) diye bağırdıklarını anlattı. Tarih boyunca ilk defa neredeyse bütün Güney Afrikalılar paylaşılmakta olan tek bir ülke için el ele vermişlerdi……

……Görünüldüğü gibi eski Dünya Kupalarında görülen politik mesajlar ve rekabetler artık sadece turnuvaya ev sahipliği yapıcak ülke’yi seçerken yaşanıyor. Oynanan futbol sadece zevk almak için oynanıyor (gerçeği söylemek gerekirse bir çok maç yeterli zevki vermedi). Dünya Kupası eskisi gibi milli bir mesele değil artık. Ve bu rahatlatan bir değişim.


Kaynak: http://www.foreignpolicy.com/articles/2010/07/21/soccer_explains_nothing?page=0,0
Çeviri: Cem Kırgız