Spor olarak nitelendirdiğimiz aktivitelerin kültürümüzde çok önemli yerleri vardır. Bir takıma karşı duyulan tutku kültürümüzde insanların kimliklerinin önemli bir parçası olmakla beraber insanlar arasında bir paylaşım noktasıdır. Ülkemizde bulunan "beyaz Türk" entellerimiz her ne kadar futbolu bir beyin yıkama ve zaman kaybı olarak görselerde, biraz gözlerini açıp genel topluma baktıkları vakit bunun ne kadar doğru olmadığını görebilirler. Futbol, her saniye değişen gündemimizden ve günlük yaşantılarımızda yaşanan zorluklardan bir kaçamaktır bizim için. Tuttuğumuz takımın en ufak başarısı bize en kolay mutlulukları yaşatmakla beraber, olağan bir başarısızlıkta bizi yerin dibine sokabilir. Bahsedilen bu özellikler bir milli kavramla birleşip, Dünya sahnesinde sergilernirse etkileri uzun süre hissedilebilir. Ukrayna'da düzenlenicek 2012 Avrupa Kupası elemelerinde Almanya'ya oynadığımız maç yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı bizim için çok önemli bir futbol müsabakasıydı. Milli maçlar artık kulüp takımlarının maçları kadar ilgi görmüyor ve vatandaşlar izlemiyor diyenleri bir milli maç galibiyeti sonrasında borsada ve tüketimde kırılan rekorlara bir göz atmalarını tavsiye ederim. Eleme maçlarının etkisi bir turnuva maçları kadar olmasa bile etkilerini korumaktadır. Ekonomik etkiler zaman zaman Avrupa'da da görünse bile, ülkemizde bir galibiyet bütün dertlerimizi unutturabiliyor.
Maçın analizine geçmeden önce gerektiğinden fazla konuşulan Mesut Özil konusuna değinmek istiyorum. Öncelikle yazıya ne ekersen onu biçersin demekle başlamak en doğrusu olur. Burada ekilen şey milli takım seçimi yerine maçtan önce Mesut'un yaptığı belirli hataları öne çıkarmak istiyorum. Tartışmaların başladığı nokta hafta başı Mesut'un Hürriyet gazetesine verdiği rapörtaj ile başladı. Burada Mesut'un "Gol atarsam beni vatan haini ilan ederler" cümlesi ekilen şey oldu. İnsan pisikolojisine göz atarsak birine "abi yandaki kızı görsen düşüp bayılırsın ama sakın bakma sevgilisi var!" dersek yapıcağı ilk iş ne pahasına olursa olsun yandaki kıza bakıp kendini Mortal Kombat dövüşüne hazırlamak olur. Mesut'un bu cümlesinden öncesine bakarsak hiç bir yerde vatan hainliği, yada gol atarsa ne olucak soruları yazmıyordu. Mesut böyle bir cümle sarf ettikten sonra insanlar "Mesut" ve "vatan hainliği" kelimelerini bağdaşlaştırmaya başladılar. Sonuç olarak gurur duymamız gerektiği yerde 60 dakika Türk kökenli bir futbolcu ıslıklanmış oldu. Buna benzer bir tabloyla 2008 Avrupa Kupası grup maçlarında İsviçre'yle oynadığımız maçta karşılaşmıştık. Kadrosunda 3 tane Türk asıllı futbolcu bulunduran İsviçre milli takımında Hakan Yakın gol atmıştı ve sevinmemişti, kimsede ne maçtan önce nede sonra bir tepki koymamıştı. Tabiili iki maçın sonuçları ve ortamı çok farklıydı, fakat millet olarak bu tür şeylere alışık olduğumuzu ve Mesut'un kendisi maçtan önce bu cümleyi sarf etmeseydi tepkilerin daha az olucağından yanayım. Mesut'u eleştireceğimiz yerine neden kendi Mesut'larımızı yetiştiremediğimizi ve belkide daha bile önemli olan Özil ailesini baştan nasıl kaybettiğimizi sorgularsak esas sorunları çözmeye başlayabiliriz. Mesut'un bir cümlesinde "futbol basit bir oyundur, taraftarlar buna bir oyun olarak bakmalılar" demiş. Her ne kadar Mesut bu sözleri iyi niyetle söylesede kendisine Simon Kuper'in ağızından "Futbol asla sadece futbol değildir" demek isterim, hele Türkiye'de asla sadece bir oyun değildir ve olamaz.
Gittikçe sanatın bir barınağı olmaktan çıkan ve bir kapitalist para makinesi olmaya başlayan Hollywood'un en gözde ürünlerinden biri Amerikan Futbolu filmleridir. İri yarı obeziteyle boğuşan adamların tayt giyip bir birlerinin üstüne atladığı bu "spor" olarak nitelendirilen aktiviteden Hollywood bir çok uyduruk senaryo çıkarmıştır. Bu senaryolardan bir tanesinin ismi "The Replacements" adlı bir filim oldu. Filimde yönetim ile sıkıntılarından dolayı takımın profösyonel oyuncuları takımı bırakır ve greve başlarlar. Bunun üzerine yöneticiler ne kadar dışlanmış, yedek kalmış, küçükken bir yeri kırılıpta takıma girememiş, yetenekli olup fırsat bulamayan adam varsa toplarlar ve bu takımla (her zaman ki gibi) mucizeler yaratıp şampiyon olurlar. Guus Hiddink'in kadro seçimi bu filmin senaryosunu aratmiycak bir seçim oldu. Teknik direktör seçimlerine her zaman saygı gösterilmesi gerekir, her teknik adam hata yapar ve bir maçta kesinlikle yerden yere vurulmaması lazımdır. Fakat her şeyde olduğu gibi futbolda da belirli temel kurallar vardır. Bir milli takıma çağırılan oyuncular kulüp takımlarında en az ilk 18de olup maçların çoğunda oynamaları gerekir. Milli takımın bir rehabilitasyon merkezi yerine, bir ülkenin mevcut en iyi oyuncularının ülkeyi temsilen bir araya gelmesinden oluşması gerekir. Oyuncuları kazanmak kulüp takımlarının görevidir ve asla milli takımın görevi olmaması gerekir. Örneğin Alman mili takımına bakarsak takımları çok başarılı olmasa bile hepsi aktif ve fiziksel özellikleri yüksek oyunculardan kuruludur. Fakat bizim sahaya sürdüğümüz ilk on bire bakarsak tam tersine bazı maçlarda kendi takımlarında 18 kişilik kadroya bile alınamiyan oyuncular görmemiz mümkündür. Bizim kalitemiz böyle, kim geçerse takımın başına en fazla iki üç kişi değiştirir diyen zihniyetlere üç büyüklerin oynadığı maçların dışında ki maçları izlemelerini tavsiye ederim. Şu anda fiziksel olarak hazır ve bir Almanya'ya karşı çok iyi mücadele verebilecek 11 futbolcu çıkar ligimizden (Necip,Volkan Şen, Turgay, Ali Tandoğan, Mustafa Yumlu,Hasan Ali Kaldırım, Özgür Çek, Hakan Özmert, Mehmet Topal). Bir ligin son şampiyonundan sadece iki kişi çağırılıp biri ilk on birde oynuyorsa sorunun temeli burdadır zaten. Nuri Şahini defansın orta sahasında oynatan zihniyette oyuncusunu tanımıyordur yada verim almak istemiyordur.
Hiddink'in söylediklerine bakılırsa Mart ayına kadar yeni bir takım kurulucak ve esas devrim o zaman görülecekmiş. Devrimin illa uzun bir sürede yapılmak zorunluluğu yoktur. Bunu ispatlamak için Afrika'da düzenlenen Dünya Kupasın'dan sonra Fransa milli takımının devrimini ve arkasından yakaladıkları başarıları ortaya koymak isterim. Fransa izliyenlerin bildiği gibi Kupada Dünya'ya rezil olduktan sonra teknik direktörleri Domenech'in yerine Laurent Blanc'ı getirip kadrolarında bulunan oyuncuların hemen hemen hepsinin yerine genç oyuncuları getirdiler. Sonuçta Fransa şu ana kadar kolay olmayan Bosna ve Romanya maçlarını başarıyla kazanmış durumda. Hiddink'ten aslında bu tür bir devrim beklerken yerine Fatih Terim zamanından kalma mantaliteyle maçlara çıkıyoruz ve istediklerimizi yapamıyoruz. Hiddink'in bu korku dolu günü kurtarma üzerine kurulu yaklaşımının sorumluları 2012'ye ne olursa olsun götür gerisini boşver mantalitesiyle yaklaşan Federasyon'dan başkası değildir. Korkunun ecele faydasının olmadığını Alman'ların üstüne gidip biraz pres yaptığımızda gördük. Maç hakkında son söz olarak tabiiki bir Dünya Üçüncüsü takıma karşı oynadık ve yenilmemiz doğal, fakat sormak istediğim şey Almanya bir Dünya Üçüncüsü olarak oynadı mı? Löw'ün maçtan önce demeçlerinden ve maç esnasında ki heyecanlı görümününden her zaman olduğu gibi yabancıların bizi bizden daha güçlü gördüklerini görebiliyoruz. Cevapları dışarılarda aramak yerine kendi içimize baktığımız günler ve kendi güzelliklerimizi bir durupta anladığımız günler (koro halinde) Ah Nerede Vah Nerede?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder