"BAŞKASI OLMA KENDİN OL, BÖYLE ÇOK DAHA GÜZELSİN !"
"Futbol, asla sadece futbol değildir" ise, takımların renklerinin temsil ettiği ya da etmeleri gereken bir takım anlamlar / değerler de var, ya da olması gerekir demektir.
1) Yerel Takımlar : “Ulusal” kategorideki üç büyükleri ayırtedersek, süper lig’de oynayan 15 takımdan 13’ü, bir şehrimizin ismini taşıyor. Demek ki, “yerel” takımlarımız, bulundukları yöreyi / şehri temsil ediyorlar. Yani bu takımlar, o şehirlerin bir parçası, simgesi. Daha doğrusu, öyle olmalılar.
Şehrimizin takımı, hele bir de şehrimizin ismini taşıyor ise, bizden soyut olmamalı, bizimle bütünleşmeli ; bizim, şehrimizin iyi özelliklerini taşımalı, dışa açılan bir imajı olarak, kimliğimizi, kültürümüzü, değerlerimizi “en iyi şekilde” temsil etmeli.
Bu bağlamda “en iyi şekilde temsil” beklentisi, asla bütün maçları kazanmak, şampiyon olmak değildir. Esasen, maddi imkanlar açısından bakıldığında, bu takımlarımızdan kiminin hedefi küme düşmemek, kiminin hedefi ligi ortalarda bitirebilmek, kiminin hedefi de en fazla ilk 5 arasında yer alabilmektir. Taraftarlarının da buna bir itirazı, bunun dışında bir beklentisi yoktur.
O halde, bizim “küme dahi düşse” şehrimizin takımı ile gurur duyabilmemiz için, diğer kategorilerde yer alan takımlara nazaran farklı başarı ölçütlerimiz, beklentilerimiz var demektir. Öyle değil mi ya, milyonlarca öğrencinin girdiği üniversite giriş sınavında –bütün iyiniyetli gayretlerine rağmen- çocuğumuz başarılı olamamışsa, artık onu sevmekten, ya da onunla gurur duymaktan vaz mı geçeceğiz !? Mühim olan, onun nasıl bir insan olduğu, emekleri, çabaları değil midir !?
Sonuç olarak, şehrimin takımı, şehrimin ve hemşehrilerimin kimlik ve kültür motiflerimizi ulusal boyuta ne kadar özel bir renk olarak taşıyabiliyorsa, beni o kadar mutlu edecektir. Yoksa, bir şehrin ismini taşıyan bir takımın, salt o ismi taşıması dışında, o şehrin kültürü ve kimliği ile bir bütünleşmesi, bir alakası ve diğer herhangi bir takımdan farkı yok ise, skor başarısı dışında, daha geniş yerel kitleler tarafından desteklenmesi için herhangi bir başka neden de yok demektir.
Acaba, futbolun çok sevildiği bir ülke olduğunun söylenmesine karşın, üstelik yapılan büyük tesislere ve yatırımlara rağmen, çok sayıdaki Anadolu Takımımızın çok az sayıda seyirci ile oldukça boş trübünlere maç oynuyor olmalarının nedenleri burada aranabilir mi ?
2) Bu bağlamda en ilgi çekici örnek “Trabzonspor”dur.
Trabzonspor 1967 yılında 4 yerel takımın (İdmanocağı, İdmangücü, Karadenizgücü ve Martıspor'un) birleşmesi ile kurulmuş ve “bir Karadeniz sinerjisi” ortaya çıkmıştır. Nitekim, bu birleşmenin sonucu, 1+1+1+1 = 4 değil, = 16 olmuştur. (1 ikinci lig, 6 süper lig, 8 Türkiye kupası, 1 süper kupa şampiyonluğu ki, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık Kupaları ile diğer başarıları da ilaveleridir).
1973/74 sezonunda ikinci lig şampiyonu olarak birinci lig’de oynamaya hak kazanan Trabzonspor futbol takımı, bir sezon sonra, futbolun tek hakimleri olan İstanbul Dükalığının 3 büyük takımını toz duman ederek Süper Lig’de ve Türkiye Kupalarında fırtına gibi esmeye başlamıştır. Kupaları peşpeşe bir bir toplayıp müzesine götürmesi ve diğer bütün takımların korkulu rüyası haline gelmesi ile, başarılarının konjoktürel ve tesadüfi olmadığı ortaya çıkan Trabzonspor, bir süre sonra ulusal olarak da taraftar bulmaya ve artık “dördüncü büyük” olarak isimlendirilmeye başlamıştır.
Maddi / Ekonomik imkanlar, lobby etkinlikleri, taraftar adedi, geçmiş ve tecrübe vesair akla gelebilecek bir paramatre mukayese edildiğinde, rakiplerinden üstün olmamasına, hatta başarının belirleyicisi olduğu düşünülen ezberler bağlamında “İstanbul Dükalığı”nın üç büyük takımının oldukça gerisinde bulunan “Trabzonspor”un –bu eğer bir mucize ise- bu “mucize”sinin arkasında ne vardı !?
Öte yandan, aynı soruyu tersine çevirerek, “peki sonra ne oldu da bu başarılar kesintiye uğradı !?” diye de sorabiliriz.
Şimdi size kısaca, 14. yüzyılda yaşamış ve doğu coğrafyasındaki tarihsel olayları toplumsal, etnik, kültürel, siyasal, ekonomik, hatta coğrafi ve biyolojik koşullarla bağlantıları içinde değerlendiren ilk düşünür olan, ünlü Tunus’lu arap, bu günkü anlamları ile özgün bir tarih kuramcısı, kültür, siyaset, felsefecisi ve toplumbilimci olan İbni Haldun’un bazı değerlendirmelerinden söz etmek istiyorum :
İbn-i Haldun’a göre, “göçebe-köy (yerel) toplumsal yaşam, yerleşik-kent toplumsal yaşamından önce başlamıştır. Köy halkı (yerel halk), kent halkından daha sağlam, mert, özgüveni daha fazla, özgür, köklü ve az bozulmuştur. Köy (yerel) aile yaşamı, kent aile yaşamından daha dengeli, daha sağlam ve daha huzurludur. Toplumsal bilinç ve duyarlılık, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma köy toplumsal yaşamında daha fazladır. Ayrıca yaşlılara ve kadınlara verilen saygı ve değer de çok daha fazladır. Uzak ve tenha yerlerde yaşadıklarından ve bundan dolayı diğer insanlarla ilişki olanağı zor olduğundan çekingen, kaba ve sert mizaçlı fakat kentlere oranla iyi ahlaklı kişilerdir. Temel ihtiyaçları hayatlarını sürdürecek basit bir barınağa, giyecek ve yiyeceğe dayanmaktadır. Bu özelliklerinden dolayı bencil olmayıp kabilenin çıkarlarını kendi çıkarlarına üstün tutarlar. Bundan dolayı da cesaret ve kahramanlık başlıca değer yargılarını oluşturur. Bu topluluklar, ne kendini, ne de kabilesini güven içinde hissetmediğinden yabancılara karşı çekingen, ancak kendine güvenen savaşçı ve cesur kişiliktedirler. Hayat şartları; dayanıklı, kendine güvenen, cesur, birbirine bağlı fertlerin yetişmesini sağlar. Bu topluluklar, yerleşik hayatın rahatlığına dalmış devletler için daimi potansiyel bir tehlike oluştururlar. Yani; bu toplumlardaki vuruculuk-dövüşkenlik hem korunma hem de dayanışma içindir. ve sert olan, sosyal hayatı, yiğit ve dürüst bir hareket tarzını kaçınılmaz kılar.
İbn-i Haldun “Ashabiyyet” kavramını sosyal dinamiğin anahtarı kabul eder.
“Ashabiyyet, arapça “ashab” kökünden türemiştir. Bağlamak, kuşatmak, kucaklamak, çevrelemek,kapsamak, biraraya gelmek, toplanmak, çevresinde toplanmak (bir kişinin veya bir grubun da olabilir) gibi anlamlar taşır. Sosyolojik anlamda “ashabiyyet”, sosyal dayanışma, kabile dayanışması, aynı klandan olma bilinci, ata ailesinden gelen dayanışma olarak tarif edilir. Bu şekliyle ashabiyyet üç unsurdan oluşur. 1-Ekolojik 2-Biyolojik (ana baba tarafından gelme) 3-Etnik unsur (saygı,onur) .
Bir sosyal topluluk asabiyyete sahip değilse ne iktidarı ele geçirebilir ne de şehir kurabilir. Yani asabiyyet kavramı göçebelikle / yerellikle şehirlilik arasında yer alır. Dahası şehre geçişin ana noktası, yakıtıdır. İbn-i Haldun bu kavramı birden fazla anlamda kullanmıştır, fakat öncelikle sosyal dayanışma, birlik bilinci olarak kullanır. Bir kavmin yaşama gücü, bir devletin hayatiyetidir ashabiyet.
İbn-i Haldun’a göre, sosyalleşmenin en zor anı, prestij sahibi olan şefin (ya da bir grubun) sahip olduğu zümrenin başkanlığında bir çok ashabiyetin TEK BİR ASHABİYETE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ ANIDIR.
(Yeri gelmişken meraklısı için bir not iliştireyim ki, bir çok doğu imparatorluğu / devleti gibi, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ nun kuruluşunda da ‘ashabiyyet’ temel unsurdur.)
İbn-i Haldun tüm krallıkların / devletlerin de -tıpkı canlı organizmalar gibi- doğum, gelişme, duraklama ve ölüm evreleri olduğunu; doğum ve gelişme gibi evrelerin yerel yaşam kültür ve ahlakının sonucu olduğunu, zamanla kent yaşamına alışan uygarlıklarınsa gerilemeye ve ölmeye başladıklarını (yokolmuş medeniyetleri ve yaşadığı dönemin olaylarını örnekleyerek) göstermiştir.
Şöyle ki, her zafer ve «şerefi kazanan, o şerefi kazanmak için ne kadar çok emekler sarfetmiş olduğunu bilir. Bu şerefi kazandıktan sonra da bu şerefi kazanmanın sebep ve vasıtası olan üstünlük ve özellikleri korumağa ve beka ve devamını sağlamağa çalışır». Bu kurucu kuşağı izleyen kuşak, şeref ve asalet hakkındaki rivayetlerin bilgisine sahiptir. Babanın kazandığı bu şeref ve asaleti korumağa ve yaşatmağa çalışır. Üçüncü kuşak kazanılmış olan şan, şeref ve asaleti atarlarını taklit yoluyla sürdürme çabasına düşer, yerleşik hayatın verdiği zenginlikten uyuştuğundan, devlet yönetim ve savunmasında başkalarına güvenmeğe başlar. Dördüncü kuşak ise atalarının bütün çabalarını küçümser, kendisini herkesten üstün tutar. Tebanın ve çevredekilerin itaatini yanlış yorumlayıp onları hor görmeğe başlayınca da halk ayaklanır, ya o soydan başka birini hükümdar yapar ya da sevilip sayılan başka bir soyun başa geçmesine çalışır. Böylece her asalet ve buna bağlı olarak da devlet «kurucu», «sürdürücü», «taklitçi» ve «yıkıcı» olmak üzere dört kuşaktan sonra yıkılır.
Özetlersek, “ashabiyyet”e sahip yerel/ yöresel bir sosyal topluluk, birlik ve dayanışma ruhu ile ön palana çıkar. Bir çok “ashabiyetin”, o güçlü “ashabiyet” odağında birleşerek “tek bir ashabiyet” haline gelmesinin yarattığı sinerji ile de önemli başarılar, önemli zaferler kazanmaya başlar. Ancak zamanla, doğuşlarına ve gelişmelerine sebep olan kimlik özelliklerini yitirmeye başladıklarında, diğer bir ifade ile, kendilerini var eden niteliklerinden uzaklaşarak, kendilerine ait olmayan farklı karakterlere / uslublara evrildiklerinde de, önce duraklama, sonra da gerileme ve yıkılma dönemlerine girmeleri kaçınılmaz olur.
İşte, Trabzonspor’un doğuşunun ve olağandışı başarılara imzalar atarak
gelişmesinin ve “dördüncü büyük” olarak kabul görülmesi “mucize”sinin
arkasında, bu “ashabiyyet” vardır.Trabzonsor’un renkleri bordo-mavi’dir. Gerçeği öyle olmasa bile, bu renklere yakıştırılan ve en çok benimsenen yakıştırma, “Karadeniz’in simgesi hamsinin gümüş mavisi rengi ve gözlerinin bordosu” olduğudur.
Başkanları, hep "Trabzonlu" dur.
Stadı adını, Trabzon’un ilk beden eğitimi öğretmeni olan ve 1940-1944 yılları arasında Trabzon'da Bölge Müdürlüğü yapan, Trabzon doğumlu Hüseyin Avni Aker'den almıştır.
Trabzonspor, futbolda “Anadolu İhtilali” olarak nitelendirilen ve Süper Lig’de fırtına gibi eserek elde ettiği bütün büyük başarılarını, o zamanlar “İstanbul Dükalığı” klüp yöneticilerinin ve taraftarlarının isimlerini dahi duymamış olduğu, Trabzonlu teknik direktörlerin liderliğindeki, Trabzonlu futbolcularla kazanmışlardır.
Takım, kuruluş ve başarılarla yükseliş dönemlerinde, her yönü ile, genelde “Doğu Karadeniz”in, özelde de “Trabzon”un bütün yerel kimlik niteliklerini bünyesinde taşıması nedeniyle, “yöre” ile tam anlamda bütünleşmiştir. Artık “Trabzonlu”nun, hakiki temsilcisi olan “Trabzonspor”un dışında, ya da onun önünde veya arkasında, o zamana kadar iktidarı hep ellerinde tutan “üç büyükler”e dair taraftarlıkları sona ermiştir. Bu bütünlük ve dayananışma ile, “en uygar kent İstanbul” un “üç büyük” takımı statlarına seyirci bulamazken ve o günlerde kadınların ve küçük çocukların maçlara girmeleri son derece istisna iken, erkek – kadın – çocuk, her yaştan Trabzonlular, stadyumlarını tıka basa doldurarak büyük coşkularla takımlarını desteklemişlerdir.
İşte bu döneminde Trabzonspor, yerel kimliği ile “ulusal”a, oradan da “uluslararası”na giden yolda hızla ilerlemeye başlamıştır. Bu döneminin skor ve klansman başarısızlıklarını yaşadığı evrelerinde bile, Trabzonspor daima “ulusal”a, hatta “uluslararası”na renk ve lezzet katan, başka takımlar ve onların taraftarları tarafından çekinilen, korkulan, ama saygı ve sevgi duyulan “olmazsa olmaz” bir takım olmuştur.
Ancak bir süre sonra “İbn-i Haldun Kuralları” ne yazık ki işlemeye başlamıştır.
Bu döneminde Trabzonspor Kulübü, artık Trabzon’da ikamet etmeyen başkanlar tarafından yönetilmeye başlayacak, futbol takımına yörenin dışından yerli ve yabancı futbolcular ve teknik direktörler transfer edilecek ve Trabzonspor giderek özgün karakter ve kimliğinden uzaklaşmaya başlayarak, farklı bir karakter ve kimliğe doğru evrilecektir. Artık “Anadolu İhtilali”nin kahramanı, kendini var eden ashabiyyetini / sinerjisini kaybederek, aleyhine ihtilal yaptığı sistemin bir parçası olmaya başlayacak ve “dördüncü büyük” sıfatıyla, “İstanbul Dükalığı”nın, benzer bir üyesi hüviyetine bürünecektir. Bir başka ifade ile, “ihtilal, kendi kahramanını yok etmeye başlamıştır”. Bunun doğal sonucu olarak da, “birleşme, dayanışma”nın yerini, “guruplaşmalar, bölünmeler” alacaktır.
Oysa, “üç büyük” zaten mevcut. Onlar gibi olan bir “dördüncü”nün ne anlamı olabilir ki !? Esasen, her bakımdan ondan daha güçlü olan “üç büyükler” ile, onların modellerini uygulayarak onlara karşı başarı kazanabilmenin de mümkün olamayacağı apaçık ortada. Öte yandan, Trabzonspor’un başarısızlıklarının da, onun özgün kimliğinden uzaklaşması ile doğru orantılı olduğu da bir başka gerçek.
Gönül isterdi ki, Trabzonspor, kendini var eden özgün dinamikleri, onları fırtına gibi estiren özkaynak yakıtları ile eriştiği noktadan sonra, artık “üç büyüklere eklemlenen dördüncü bir büyük” olarak değil ama, skor ve klansman başarıları kazanamasa dahi, keşke her zaman kendi kimliğini taşıyarak ve bu kimlik özelliklerini yitirmek yerine, onların özünü koruyup daha da geliştiren “bir büyük” olarak yoluna devam edebilse ve o kimliğini çok daha üst boyutlara taşıyabilseydi.
Dileyelim ki, –İstanbul Dükalığının çok şükür ki devşiremediği ve saçına başına jöle bulamakla adam olunamayacağının bilincinde olan, Trabzon’un önemli özkaynaklarından- Şenol Güneş’in kazandırdığı ivme, skor ve klansman başarısı dışında da, uzun vadede Trabzonspor’un içinde bulunduğu kimlik bunalımını olumlu yönde atlatmasına yardımcı olsun…
('Üç Büyükler' gelecek yazıda ...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder