Bir zamanlar Türkiye, “son kullanma tarihleri” geçmekte olan batı üretimi mallar için bulunmaz bir "cennet”ti. Yabancı vizyon filmlerini bile en iyi ihtimalle ancak bir kaç yıl sonra izleyebilmek bahtiyarlığına kavuşurduk. O da tamamı için geçerli mümkün değildi tabii. Bu sayede, “batı”nın bit pazarına nurlar yağdıran bir takım uyanık “girişimci” tüccarlarımız da, kolay para ile keselerini keyifle doldururlardı. “Bu ne biçim iştir ki, halkı onun bunun çöplüğü ile soyulmaktadır, bunlar işbirlikçidir, bu düzen değişmelidir ...” filan diye öfkelenenler ise, öfkelerini dışa vurma şekillerine göre, en az 7,5 yıl kodes cezasından başlamak üzere, zengin ceza yelpazesinde “eylemlerine uyan” sağlam cezalar ile sürüm sürüm süründürülürlerdi.
Neyse ki artık “Serbest Pazar Ekonomisi”ne geçtik de, artık o eski tarz soyulmuyoruz. Pazarda yabancı ve yerli mal “çeşit çeşit” bollaştı. Baktın “tarla domatesi” almış başını gidiyor, sera domatesi “yettim gaari !” diyene hemen yetişiyor imdadımıza. “Sera mera”, o da domates işte ; kırmızı mı kırmızı, yuvarlak hatlı mı, yuvarlak hatlı, varsın tadı saman-kabak kırması gibi bir şey olsun, üç beş liraya tarlayı yiyecek halimiz yok ya, üstelik ilacı-hormonu filan da hediyesi ! Yabancı pazarlarla da sağlam rekabet halindeyiz. Hani acık borcumuz-harcımız, dış ticaret açığımız filan varsa da, bizim kara kaşımıza, kara gözümüze, kara kafalarımıza aşık bir çok yabancı dostlarımız, el arabaları ile getirdiklerini daha sonra tırları ile götürseler de –eh ! o kadarcık kusur kadı kızında da olur ki, bu da esasen “En Serbest Pazar ekonomisinin kuralıdır- oramıza buramıza ve borsamıza bir güzel kodukları dumanı tüten taze paraları ve üzerimize yaptıkları pek güzel yatırımları ile, gül gibi geçinip gitmemize yardımcı oluyorlar. İleri geri çatlak sesler çıkatan bir takım münafıklar ise, “gül’ü sevenin, dikenine katlanması gerektiği”ni hala anlayamamış olan münasebetsiz bozguncu takımıdır elbet !
Bu gelişmemiz, elbet kaçınılmaz bir şekilde “spor” pazarımızı da etkiledi. Futbol pazarımıza verilen büyük önem, ikisi de futbol hayatlarında hiç beklemedikleri şekilde Fenerbahçe’de bir de süper emeklilik yaşadıktan sonra İstanbul’daki bir davette buluşan Kennet Anderson ve Pierre Van Hoojdonk’un aralarında yaptıkları bir muhabbette söylediklerinden de açıkça anlaşılmaktadır. Anderson, Hoojdong’a “valla birader artık futbolu bırakıp ticaretle uğraşmaya kesin olarak karar vermiştim ama, Fenerbahçe’den hayır denebilmesinin mümkün olmadığı öyle beklenmedik bir teklif geldi ki, şaşırıp kaldım ve çaresiz kabul ettim” demesine karşı, Hoojdonk da sırıtıp inci gibi dişlerini göstererek “aha işte ! valla bana da aynen senin dediğin gibi oldu” cevabını vermiştir. İşte futbolumuzun marka değeri böylece yükselmesini sürdürdükçe, Ariel Ortega, Roberto Carlos, Pacal Nouma, Kezman, Ailton, Frank de Boer, Jardel, Conceiçao, Pfaff, Campbell, Kleberson, Ricardinho, Vassel, Quarisma, Guti gibi dünya yıldızları, peşlerinden dünyanın bir çok önemli kulüpleri koşuyor olmasına rağmen, sırf hem kariyerlerine daha fazla kariyer katabilmek, hem de futbolun bu yükselen pazarına katkılarda bulunmak amacıyla ülkemizin takımlarını tercih etmişlerdir. Nitekim, bunlardan gelip geçenlerinin çok büyük bir çoğunluğu da, ülkemizin üstüne gül koklamamış, esasen çoğu ilk emekliliklerinden sonra bir de kulüplerimizden piyango olarak kazandıkları süper emeklilikleri ve özellikle İstanbul’da krallar gibi yaşadıkları keyif ve eğlence hayatları ile, gittikleri yerlerde “gönüllü turizm elçilerimiz” olarak futbolculuk hayatlarını sonlandırmışlardır.
Ancak “Serbest Pazar Ekonomimiz”in futbol ayağında, maalesef ciddi bir dış ticaret açığımız bulunmaktadır. Tugay, Emre, Okan, Nihat, Gökdeniz, Fatih, Tuncay gibi ihracaatımıza karşın, ithalatımız hem adet olarak, hem de parasal olarak müthiş fazladır. Hele bunlara, “hiç bir şeyin karşılığı” olarak çuvalla paralar ödenmiş olan ithal teknik direktörler de katılırsa, açığın ürkütücü boyutta olduğu ortaya çıkacaktır.
Ama “Allah bir kapıyı kapıyor ise, bir başka kapıyı da açıyor” işte ! Nitekim, sporu “bir bütün” olarak kabul edersek, basketbolumuzdaki olumlu gelişmenin, bu açığımızı telafi edebilme umuduna kapılmamamız için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Hidayet Türkoğlu ve Mehmet Okur’dan sonra Ömer Aşık, Semih Erdem gibi dünya ikincisi Milli Takımız’ın oyuncularını NBA’e kaskallayıp, buna karşın halen NBA banch'lerinde bir popoluk oturacak yer bulamadığı için televizyon ekranlarında da izlemekten mahrum kaldığımız, yüksek insani değerlere ve spor ahlakına sahip, basketbol kariyerinin geleceği son derece açık, hani Padişah'ın “hele şuna önce 100 altın verin ama sonra da 100 sopa vurun” diyerek övgüsüne mazhar olan cinsinden yetenek sahibi eski yıldızları büyük emek ve paralarla bulup basketbolumuza kazandırmaya başlayanlara, futbolumuzdan sonra basketbolumuzu da “endüstriyel”leştirdikleri için ne kadar minnet duysak azdır.
Hele hele, basketbolumuza bu büyük hizmeti gerçekleştirebilmek için, “bana mısın !” demeden 9000 kilometrelik yolu bir “kartal” gibi uçarak katedip de, bu büyük şöhretin huzuruna varan Büyük Kulübümüzün büyük başkan ve yöneticilerine ne demeli !?
Vallahi ben “Allah akıl fikir versin !” demekten başka diyecek bir söz bulamıyorum...
1 yorum:
Kaleminize saglık, cok guzel bir yazı olmus. Zevkle okudum. Tsk Midas.....
Yorum Gönder