"Güzel müziği ayırt edemeyen insana, eşek kulağı yakışır" Apollon

23 Ekim 2010 Cumartesi

"USUL" HAKKINDA : Konumuz "FUTBOL" -5



?

Neden liman deyince
Hatırıma direkler gelir
Ve açık deniz deyince yelken ?

Mart diyince kedi,
Hak diyince işçi
Ve neden ihtiyar değirmenci
Allaha inanır düşünmeden ?

Ve rüzgârlı havalarda
Yağmur eğri yağar ?

ORHAN VELİ KANIK

3. Ulusal Takımlar : “3 Büyükler”

Zaman bir çok şeyi değiştiriyor. Bugünkü Fenerbahçe Spor Klübünün amacı, elbet 1907 yılında ilk kuruluş tüzüğünde yazılı olduğu gibi “vatan gençlerini; vatanın korunmasına, zorluklara ve askeri seferberliklere alıştırmak” değil artık. Peki, ülkemizin her coğrafyasında taraftarları bulunan bu “3 büyük” takımımızın kimlik özellikleri nedir ? Taraftarları, takımlarının kimliklerini nasıl algılıyorlar ?

Yakın çevremdeki arkadaşlarımla bir küçük anket yaptım. “3 Büyükler” sizde nasıl bir kimlik çağrışımı yapıyor ?” diye sordum. Genelde benzer cevaplar verdiler. Beşiktaş için “halkın takımı”, Fenerbahçe için “burjuva takımı”, Galatasaray için de “aristokrat takımı” dediler.

Bu sıfatların tarihi ve bilimsel anlamlarını mıncıklamadan, “algı” bağlamında irdelersek, Galatasaray’ın “Mekteb-i Sultani”den soyutlanabilmesi elbet mümkün değildir. Resmi tarihçesinde belirtildiği gibi, Mekteb-i Sultani (bu günkü adıyla Galatasaray Lisesi) Osmanlı'da Batılılaşma döneminin ve Tanzimat uygulamalarının bir sembolü olur. Çünkü bu kez de Osmanlı'da hukuksal, siyasal, ve sosyal alanda gerçekleştirilecek yenilikleri yaşama geçirecek aydın kadrolara ve bu kadroların yetiştirilmesi için, geleneksel eğitimin dışında batılı programları da bünyesinde barındıran bir eğitim kurumunua ihtiyaç vardır. Bu amaç doğrultusunda 1 Eylül 1868'de sultan Abdülaziz 'in katıldığı bir törenle Mekteb-i Sultani adıyla kurum yeniden faaliyete geçer. Dönemin Paris Büyükelçisi Cemil Paşa ile Hariciye Nazırı Fuad Paşa 'nın çabalarıyla kurum Fransa'daki lise eğitimine denk ve aynı kalitede öğrenci yetiştirir. Ve bu öğrencilerin arasında katolik, ortodoks ve musevi öğrenciler de vardır.”

Görüldüğü gibi “Galatasaraylılık”, gelenekselin dışında, hatta karşısında yer alan farklı bir eğitimin ve kültürün simgesi olmuştur. Bu yeni kültürün mensupları, “batılılaşma” sürecimiz içinde uzun süre, küçük bir azınlık, fakat kendi içinde dayanışması güçlü, devlet yönetiminde etkin, sosyal toplumun “elitleri”ni oluşturmuşlardır. Nitekim Galatasaray Spor Kulubü de, temel olarak, “Galatasaray Lisesi öğrencileri ile bu Tüzük hükümlerine göre üye kaydedilmiş bulunanların sportif gelişmelerini sağlamak, spor eğitimi ve ahlakını geliştirmek ve üyeleri arasında sevgi ve dayanışmayı artırmak amacı ile” kurulmuştur. Görüldüğü gibi, tüzüklerinde yapılan öncelikli vergu “Galatasaray Lisesi Öğrencileri” dir.

Sanıyorum, Galatasaray Spor Kulübü için toplumdaki “aristokrat kulübü” algısının nedeni budur.
Ancak, bir zamanlar salt farklı ve sınırlı bir kültür camiasına ait olan Galatasaray Spor Kulübü kazandığı başarılarla giderek, benzer kültürü taşımayan kitleler içinden de taraftar bulmaya ve benimsenmeye başlamıştır. Bu kitle yaygınlaşıp genişledikçe, Kulüp yönetiminde de “mektepli – alaylı” çekişmesi, kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır.

Beşiktaş ise, kendilerine yukarıdan bakmaya çalışan rakiplerinin “arabacılar takımı” sıfatı ile küçük görmeye çalıştıkları, buna karşılık kendilerini “sarayla bağlantısı olan ve spor yapmaya fayton ile giden arabalılar takımı” olarak savunmakla birlikte, son tahlilde taraftarlarının kimlik algılarının ortak paydasını “halkın takımı” olmak teşkil eden spor kulübümüzdür.

Kulübe çok uzun yıllar boyunca büyük hizmetler yapmasına rağmen, her zaman mütevazi bir halk adamı hüviyetini muhafaza etmiş, gerçek bir beyefendi olan ve taraflı tarafsız herkesin saygısını ve sevgisini kazanmış efsane başkan Süleyman Seba, diğer takımlarınkilerden farklı ve ilginç bir taraftar grubu olan “Çarşı”, “Beşiktaşlılık duruşu” kavramı, bu kimliğin önemli sembolleridir.

İnternette tesadüfen rastladığım bir Beşiktaş taraftarının şu cümleleri, Beşiktaş kimliğini gayet güzel ifade ediyor : “Sevda çiçeklerini ekerken, hiç bir karşılık beklemedik. Hep şampiyon olalım falan hiç demedik. Herşey mertçe olsun, sahada olsun istedik birileri başkalarına iltimas geçmesin, ödül de ceza da hakça olsun, mücadeleler şerefli geçsin, hakkı olan kazansın istedik. Beşiktaş’ı sadece Beşiktaş olarak kalsın diye sevdik.İşte bu ahval ve şartlar içinde tertemiz bir şampiyonluk istedik ve bekledik sonuna kadar …. Özer Özçetin”

Fenerbahçe, kozmopolit ve fantastik bir kimlik algısına sahiptir.

Bunu en güzel “bir gün herkes Fenerbahçeli olacaktır” sloganı ifade etmektedir.

Yani “her ne olursan ol, gel !”

Eh, iki büyük rakibinden biri “aristokrat takımı”, “diğeri ise “halkın takımı” olunca, her coğrafyadan her cins taraftarı olan Fenerbahçe için de geriye “burjuva takımı” algısı kalıyor herhalde !

Fenerbahçe taraftarları, kulübünden hep sansasyonel eylemler bekler. Fenerbahçe, bir şekilde, hep gündemin en üst basamağında olmalıdır. Bu, şampiyonlok olmaz ise, heyecan verici bir transfer veya en başarısız olduğu dönemde en büyük rakibi Galatasaray’I farklı bir skorla yenmiş olmak ya da hiç beklenmedik bir an’da Avrupa’da alınan başarılı bir sonuç v.b. olabilir. Kuantum Fiziği’nin “kaos” teorisi gibi, Fenerbahçe’de her an her şey olabilir ; beklenenler gerçekleşmeyebilir ama, beklenmeyenler de gerçekleşebilir.

Fenerbahçeliler’e gore, belirli bir “anayasa”sı yoktur ama, Fenerbahçe bir “Cumhuriyet” tir ; ibadetinin belirli kuralları yoktur ama, stadyumu “mabed”dir.

Fenerbahçe, umulmadık bir şekilde şampiyon olabilir ama, en çok umulan şampiyonlukları da, mesela en son maçta, başkalarına benzemeyen en ekstrem biçimde rakiplerine hediye edebilir ki, bu durum dahi, Şampiyonluğu kazanan takımdan açık ara daha fazla şekilde, şampiyonluğu elinden kaçıran Fenerbahçe’nin gündemde daha fazla yer alması sonucunu doğurur.

Gazetelerin spor sayfalarında ve televizyonların spor programlarında –her şartta- en geniş kapsam bir biçimde Fenerbahçe’ye ayrıldığı sürece, Fenerbahçeliler için aşılamayacak bir sorun, bir sıkıntı yoktur. (Nitekim, öyle de olmaktadır). Fenerbahçe taraftarı, olumsuzlukları öyle pek fazla “kafaya takmaz”. Nasıl olsa, “bir şekilde” bu olumsuzlukların aşılacağına inanır. Nitekim, tribünleri en çok dolduran ve kulübüne en çok parayı kazandıran taraftar, Fenerbahçe taraftarıdır.

(Son Fenerbahçe – Beşiktaş maçı sonrasında, Beşiktaş ve Fenerbahçe kimliklerinden yola çıkarak keyifli bir maç analizi yapmış olan Marsyas üstadımızın bu blog’da yer alan “Batman Süpermen’e karşı” başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ederim.)

Taraftarı olduğumuz spor kulüplerinin “aşık olduğumuz renklerinin” arkasındaki “hukuk”a ve temsil ettikleri kimliklere dair naçizane analizlerim burada sona eriyor.

Bütün bunları yazmaktan muradım ise, şayet “aşkımızın gözü kör” değil ise, “futbolun asla sadece futbol olmadığını” düşünüyorsak, takımımızın başarısılarını ve başarısızlıklarını sadece “skor ve klansman başarıları” olarak ölçmüyorsak, futbola sadece konjoktürel “ruh hallerimizin” tatmini, deşarj olmanın bir aracı yani “bir tüketim maddesi” gözü ile bakmıyorsak, hayatın ve sosyal toplumun diğer bütün alanlarında da olması gerektiği gibi, futbolda da, “sana görelerden, bana görelerden, bireysel ruh hallerimizden arınmış”, “sağlıklı bir ortak lisan” kurabilmek, bunun için de, “hakiki, doğru ve ortak değer mihenklerimizi (olması gereken ölçü taşlarımızı) / referans noktalarımızı” bulmak çabasıdır.

O iç irademle de yola çıkmış olsam, yazdıklarımın, değerlendirmelerimin, analizlerimin tamaının objektif ve doğru olduklarını elbet iddia edemem. Ama en azından, “hukuk ve kimlik”in, konsept olarak futbolu değerlendirken “ortak referanslarımız” olması gerektiğini kabul ediyorsak (ki bunlara başka ortak referans konseptleri de ilave edilebilir), bunlara dair farklı, ya da genişletici / daraltıcı veya düzeltici değerlendirme ve analizleri de ekleyerek, mutabakatlarımız kapsamında o sağlıklı ortak lisana kavuşabiliriz düşüncesindeyim.

İşte o zaman, mesela, çok iyi bir futbolcu olan İbrahim Yattara’nın, kaptanlığını da yaptığı Trabzonspor Kulübünün kimliği ile, Galatasaray'ın son yıllarda ortalama 5-6 ayda bir teknik direktör değiştirmesinin ve taraftarına haksız olarak “siz hırsızsınız” diye bağıran Hagi’yi kurtarıcı olarak görüp de takımının başına tekrar teknik direktör olarak getirmesinin Galatasaray Kulübünün kimliği ile, Pascal Nouma aşkının Beşiktaş Kimliği ile ne derece bağdaştığını ve “bir gün herkes Fenarbahçeli olacak” sloganlı Fenerbahçe’’nin, tersine neden her geçen gün Fenerbahçeliler dışında en sevilmeyen takım haline geldiğini daha doğru değerlendirebilir, bu tür değerlendirmeler arttıkça da, belki bir gün kulüplerimizin “olmaları gerektiği” yollara yönelmelerinde katkı sağlayabiliriz.

Ancak en azından, bireysel olarak, aşkımızın kör olan gözlerini açmayı başarabilmemiz dahi, hiç de küçümsenecek bir olgu değildir. Zira, aşkın en güzeli, anlamsız olanı değil, anlamlandırılabilinenidir.

(Bu serinin sonuncusu, “renksizleşme”, gelecek yazıda)

Hiç yorum yok: